“BAYRAM” DEDİK DE HATIRLADIK: Çığlık çığlığa ve avazımız çıktığı kadar bağırdığımızı. “Bugün arife yarın bayram” dediğimizi.
MAĞUSA’nın Akkule mahallesinde “çıkmaz sokak” olarak da bilinen Behram Paşa Sokağı’ndaki iki buçuk kemerli eski Osmanlı hanlarından bozma iki büyük odalı, upuzun sundurmalı, Bakkal Hüseyin Efendi’nin kiralık evinde kalırdık.
Patriyakal aile sisteminde! Dede nine, ana baba, amca yenge ve biz çocuklar, çocuklar…
MAHALLELER, aralarından birini çekip alsanız diğerleri domino taşları gibi yıkılacak birbirine yapışık taştan inşa edilmiş evlerle uzar, bazı köşelerde kulvar değiştirerek sağa sola saparak şimdilerde Namık Kemal meydanı o yıllarda “Çarşı Meydanı” dediğimiz devasa Ayasofya (Lala Mustafa Paşa camiinin) yamacındaki meydanda hitama ererlerdi.
Çocukluğumuz, gençliğimiz işte bu mekânlarda, bu mahallelerle meydanlarda geçti. Hisarlar oyun, mazgalları baykuşlarla biz çocukların saklandıkları yerleriydi…
YAZ günlerinin akşamlarında güneş battı batacak Mağusa’nın taş yapılı, toprak damlı mertekli evlerinden, ellerinde sepetleri, zembilleri ile kadınlı erkekli çocuklu aileler öğleden başladıkları ve hazırladıkları türlü çeşitli yemekleri, dolmaları, karpuzları zembillere sepetlere doldurur, hisarların “atlacakları” üzerine çıkarlardı.
HENÜZ Mağusa’daki evlere elektrik akımı verilmediydi. Sadece sokaklarda yollarda upuzun direkler, onların da üzerlerine monte edilmiş altlarını bile anca aydınlatan “elektrik lambaları” vardı. Ne var ki Mağusalı için çok da dert değildi. Ay’ın güneş’in hatta yıldızların ışıkları bile yeterdi. Hele ayın erken çıktığı akşamlar…
***
YEMEKLER hisarların hendeğe bakan “atlacaklarında” yenirdi… Mağusalılar, kasabayı çepeçevre çevreleyen hisarlara doluşur, “başlarına bir işler gelmesin, oynarken ellerden kaçıp hendeğe uçmasınlar” diye ana baba, dede ninelerinin aralarına sıkıştırılmış çocukların cıvıl cıvıl sesleri arasında yemekler yenilir varsa eğer az biraz da efkâr dağıtma babında, günün moda şarkı türküleri de araya sıkıştırılarak efkâr dağıtılırdı.
VE HEP havanın az biraz serinlemesi beklenirdi. NİTEKİM bir süre sonra beklenen o esinti “Şeher’den” (Lefkoşa’dan) hafiften bir “püf” sesi ile yarı çıplak bedenleri yalarcasına esmeye başlar, akşamın sekizinde dokuzunda falan, “Hade!” derlerdi analarımızla babalarımız; “İşte başladı esmeye, eve gidelim…” ***
İŞTE BAYRAMLARI böylesi bir Mağusa kasabasında yaşardık.
Yılda iki kez “bayramlarla” sevinir, bayramlarla giyinir ve ilk kez bayramlarda cebimize “kuruş kuruş, hatta “yirmilik” dediğimiz “yirmi para” da olsalar öptüğümüz ellerin karşılığı olan o madeni paralar girerdi… Çok ama çok sevinirdik…
***
NE VAR Kİ abartmamak gerekir. Her devrin kendine özgü sefası ve cefası var. Güzellikleri ile çirkinliklerinin olduğunca. Asude bir dünya ülkesinde daha doğrusu adasında yaşadığımızı söyleyemeyiz. Ki bu ülkede nesiller boyudur insanların ölürlerken birbirlerine bıraktıkları tek ortak mirasları Kıbrıs siyasi sorunudur.
VAKTİ zamanında babam da “bubam anlatırdı” diye başlardı anlatmaya… Şimdi biz torunları kaldığı yerden devam ediyoruz.. Hâlâ bitmedi anlattıklarımız. Ne Kıbrıs siyasi sorunu ne asla iki yakamızın bir yere gelmesine izin vermeyen ekonomik sorunlarımız…
EKLEYİN bunlara bir de çözümsüzlüğe mahkûm siyasi sorunu. İşte Kıbrıs! İşte Kıbrıs’ın artık kırk yıllık vatanı, devleti olmuş Kuzey’i.
Mübarek bayramınız kutlu olsun. Haftaya buluşuruz inşallah.