Uzun yıllardır böylesi yağmurla karışık fırtına görmedimdi!
Ya da evimin önündeki avluda kırk yıllık “cemile ağacımın” kökleri sürekli yağan yağmurun da iyicene çamurlaştırdığı toprağa artık tutunamayacak duruma gelirken yeni yeni açmaya başlayan menekşe çiçekleriyle birlikte sökülüp o kocaman dalları ve gövdesi ile düştüğü için mi öyle sanıyorum, bilmiyorum ama üzüldüm doğrusu!
ÇÜNKÜ o ağaç çocuklarımla birlikte büyümüştü.. Sıcak günlerinde gölgesine sığınırdık. Kışın yapraklarını döktüğü için de güneş ışınlarını engellemez yine altında toplanırdık.
Geçtiğimiz ay baharın gelişi ile yeşillerini yeniden giyinip, menekşe çiçeklerini açmaya başladıydı… Ömrü bu kadardı biliyordum ama yine de üzüldüm yıkılıp gittiğine!..
VE DÜŞÜNDÜM: “Sosyal Konut” denen evimize KKTC’nin ilan edildiği günlerde taşındıkdı. Dar’ı ömrümde sahip olduğum tek mülkümdü. Her ne kadar borcunun ödenmesi ve kesinlikle tapusunun sahibi olmak için otuz yılı aşkın süre geçmesi gerektiyse de sonuçta evimdi..
Her neyse… Önünde ekili “cemile” de o evim kadar eski ve fakat benimdi.. Bu karışık ruh hallerimle:
***
GEÇEN HAFTAYA bir kez daha esefle baktım. Aklım, bir siyasi parti başkanının, Kudret Özersay’ın kişisel ve siyasi ahlâk anlayışına sarıp pazarladığı prensibinin topluma kestiği parasal fatura ve fasaryası nedeniyle bir “ara seçim” mi olmalıydı sorusuna takıldı!
Kİ Kıbrıs Türk seçmeni şimdi de “milletvekilliğinden” istifa etmiş Sn. Kudret Özersay’ın Meclis’teki boşluğunu doldurmak için yeniden bir “ara seçim” gerçekleştirecek! Ve o tek bir kişi “özür dilemeden, nedamet getirmeden, devleti hem mali hem de siyasi yönden nasıl sıkıntıya soktuğunun özründe bile bulunmak gereğini duymayacak!.
GEÇİYORUM. Çünkü Kıbrıs Türk halkı böylesi siyaset meraklısı insanlarla da geldi bugünlere.. Onlar mı toplumu yoksa toplum mu onları taşıdı bilinmez ama bana kalırsa siyasetin bir fazilet olması gerekir!. Çünkü şakası bile olmaz, Tutun ki Kıbrıs Türk halkının kaderini söz konusu siyasetçiler tayin ederler. Dolayısıyla “meraklısı” değil; siyasetin “uzmanı, duayeni” olmalılar..(Gerçekte Kudret Özersay başlangıçta politika kulvarında start alırken bu izlenimi vermişti. Dürüstlüğün ve ciddiyetin timsali gibiydi. Belki hâlâ öyledir de “kaprisinin” çekilmezliği geç fark edildi! Sonuçta o kaprisin faturası da bir “ara seçimle” ödeniyor!
***
NERDE KALMIŞTIK? Siyasete soyunanların farklı ve çok özel insanlar olmaları gerektiğinde.. Sorunlar karşısında başlarını taşlara vurarak “biz bu pahalılığın, fahiş kâr marjlarının, haksız kazançların nasıl önüne geçebiliriz ne yapmalıyız” diyerek yedi yerlerinden çatlayacak siyasetçilerin!..
Oysa durum vaziyetlere bakıyorum, “çatlamıyorlar ama çatlatıyorlar be ağabey!” Nitekim:
***
TEKRARLARI OYNUYORUZ: Bizim adadaki “miladımız 1974’dür. Bir “öncesi” vardır bir de “sonrası.” Hatta bir ara öncesine “karanlık yıllarımız” derdik. Malum olduğu üzere Rumlarla cebelleştiğimiz yıllardı. İki paralık bir kasaba papazının arkasına düşen budala Rum toplumu tüm adaya sahiplik koymak uğruna “İngiliz sömürge idaresinin askeri güçlerine karşı yeraltı örgütü olan EOKA teşkilatı ile birlikte mücadele ediyordu.. Onlar için olay “bağımsızlık ve egemenlik” yolunda tutun ki ulusal bir mücadeleydi.. Tek yanlışı adadaki Türk halkını yok saymasaydı! Mesela Enosis’in yani “adanın Yunanistan’a ilhakını isterlerken Türk halkını dikkate almıyor, sadece barış ve huzur vaat ediyorlardı!”
BU ÇOK büyük ve yanlış politikalarıdır ki sadece dava bildiklerini kaybetmediler. Türk halkına hediye edercesine sürdürdükleri yanlış politika ve mücadele sonunda adanın yarısını da kaybettiler. Ki şimdilerde bu eşekliklerini tüm dünyaya serdikleri mücadeleleri, dillerinden düşürmedikleri federasyon tezleri, türlü çeşitli platformlarındaki uğraşları ile düzeltmeye çalışıyorlar ama artık çok geç! Peki “Kıbrıs Türk insanı hayal bile edemezken sahibi olduğu “Kuzey vatanı” kazanımı ile ötesi siyasi ve sosyoekonomik durumun neresindedir, nasıldır?
Ki bir zamanlar dilimizden düşürmediğimiz “moda” olmuş gibilerden bir nakaratımız vardı, “ya taksim ya ölüm” diye.. Şimdi oldu ama bu kez de “ne oldu?” diye soruyoruz!
***
İŞTE ÖYLESİ BİR KKTC coğrafyasında yaşıyoruz artık! Devlet kurduk ama “olamıyoruz!” Son derdi davamız da ne uzay araçlarıyla göklerde dolaşmaktır ne refah ve saadetten çatlama tehlikesi geçirmek üzere olduğumuzdur..
OLANLARINA kattığımız son derdimiz bir süredir alev alev yandıkça ateşleriyle ocaklarımızı da yaktığı halde sönüp eksilmesin diye sürekli azdırılarak ve üfürülüp eşelenerek devam ettirilen “pahalılıktır!”
Kİ ne varsa ceplerimizde silip süpürmektedir! Öte yandan yine bu “pahalılıktır” ki pahasının çekilmez ağırlığına karşı ayakta durabilmek için olanca hizmetlerle mallara durmadan yapılan yeni zamlarla hayat beterince çekilmez bir külfet haline getirilmektedir!
***
KISACA TAKILDIĞIM (ŞU ET SORUNU!) Pahalılık aldı başını giderken yüksel ki yerin bu yer değildir” diyor! Son atraksiyonu da “et” üzerine! Bir yanda hayvan üreticisi öte yanda kasap. Birisi canlı satıyor, öteki kesip doğrayıp satıyor! Derken şimdi de et fiyatları ile boğuşuyoruz…
VE bu konuda da ekonomik dengeleri kuramadığımız bir yana, çok kolay ve ehven olmasına karşın “ithal et” çaresine bile baş vuramıyoruz! Çünkü sorun çengele asılı etin fiyatı değil. Onu “hayvancılıktan” başlayan bir dizi üretim ve tüketim aşamasına gelene dek “sistemleştirme” sorunudur.. Kasabın çengeline takılana kadar geçirdiği öncesi sürecidir. Yani üretim ve tüketim arasında kurulu olması gereken “sistemdir!” Ki yıllar yılıdır bu ülkede işte bu “sistemlerle” uğraşıldı ama ne komünizme sığdı sorunlar ne sosyalizme! Ne demokrasi kurtardı ters giden talihimizi ne militarist baskılar!
GİDİ Devlet diyoruz! Nerden geldik nereye gidiyoruz! Herkesler göklere uzaya, biz de “at” niyetine hurma dalına binmiş “deh deh” diyerek ve kıçımıza vura vura yol almaya çalışıyoruz ki devlet gibi devlet olmak sevdasında!
***
BİLİR MİSİNİZ yıllar önce yeni yeni sendikalaşırken, sadece “suyu arayan adam değildik!” “Toprak ekenin su kullananın” da diyorduk… Peş peşine “sendikaları,” “birlikleri” falan bunun için oluşturmuştuk ki ipin ucunu kaçırdığımızda hatırımda kaldığınca bu ülkede 3 bine yaklaşık “sivil toplum örgütü” vardı. Yani ne? Üç parçalık değil, üç bin parçalıyız ki artık kimin eli kimin cebinde kimin boğazındadır bilmiyoruz!
HİÇ abartmıyorum belki de daha fazlası! Ki böylesi bir sosyal yapılanmanın adına “örgütlenme” değil “parça körce olmak” denir..
MİTEKİM ülkede “öğretmen öğretmendir” denilerek mesleki açıdan hiyarerşik ayırım gayırım ortadan kaldırıldı ama sonra dönüldü “bu ilk bu orta okullar sendikalarıdır” denilerek hem mesleki hem de işlevsel yönden “öğretmen camiası” ikiye bölündü bir anlamda parçalandı!
TÜM toplum katlarında olanca meslek grupları olarak o kadar parça körce olduk ki farkına vardığımızda bu kez de kalktık “sendikal platformlar” gibilerinden yeni hiyarerşilerde yeni bloklaşmalara gittik..
ZAMAN içinde öyle olduk ki sonunda tek bir parti başkanı vekilin istifasıyla bile toplumca ara seçim yapacak kadar “parça körçe” olduk, seçimsiz iş yapamayacak hallere düştük!
EĞER bunlara demokrasi, yada sağlıklı rejim falan diyorsanız hadi ben de tarlada kabak olayım!
***
KISACA TAKILDIKLARIM: Başbakan Ünal Üstel doğrusu vaziyetleri iyi idare ediyor.. Yoksa o “durum vaziyetler” dediğimiz mi artık bizi idare ediyor?
Ki toplumda “battık anam sesleri” gitgide cenazelerdeki çığlıklara dönüşürken Sn. Başbakan geçen haftaki bir Meclis konuşmasında “halk ne emrederse onu yaparız” demez mi?
BU TARİHİ LAF nedeniyledir ki ilk defa bir Başbakan “kul,” halk da “efendisi” oldu!
Önemli değil. Politika engin bir belagat ve atmasiyonla uydurmasiyondur! Kör gözlere sokulan parmaktır! El alemi de kör ve sağır zannetmektir!
***
DEREKEN işte et sorunu! Fiyatı aldı başını giderken bu sınır kapılarında dinin insafına sığınılarak milleti ille de Kuzey’de baskın pahasına et satın almak zorunda bırakmamak için bir iki kilosunun bu tarafa geçirilmesine göz yumulmakta mıdır bilmiyorum ama her halde “devlet izni ile ve denetim altında” pek ala da üçüncü ülkeler yerine Güney’den resmi yollardan et ithal etmek de serbest bırakabilir. Haaa! Hayvancı baş mı kaldırır!
DEVLETİN ilgili ve yetkili birimleri bu sorunlara çözüm bulmak yükümlülüğündedirler. Sadece “ilgilenmeleri” bile söz konusu çözümün yarısıdır. Tek yapılması gereken devlete yakışır iniyasitif yüklenilmesidir..