Sabahın erken vakti… Gün doğumunun ilk anları… Güneşin ilk ışıkları vuruyor yeryüzüne. Geceden, karanlıktan çıkışın o ilk dakikalarında anlarda ışık sadece üzerimize değil içimizde bir yerlere de vurur gibi gelir bana. Sanki ruhlarımızın da aydınlandığı tuhaf bir hal gibi... Lefkoşa’da, oturmuş gökyüzünün aydınlanışını izlerken nedense bana tüm bu duyguların ülkemizde en iyi hissedildiği yerdeymişim gibi geliyor hep. Bölünmüş bir şehirde, Kuzey ve Güney arasındaki o sınır bölgesinde... Bilinçaltımın derinliklerinde yatan ve bende bu hissiyatı yaratan ne olabilir? Açıkçası, bilmiyorum.

Ama emin olduğum bir şey var. Güneş bölünmüş bir şehrin sınır çizgisi yakınındaysanız bir başka doğuyor. Acaba başka bölünmüş şehirlerde, mesela o eski zamanlarda Berlin’de yaşamış birisine sorsam beni anlar mı? Bölünmüş kentler iki yönlüdür hep. Batısı ve doğusu vardı Berlin’in ve gün doğumuna daha uyumluydu. Güneş önce kentin doğusuna vurup batıya geçiyordu. Kuzeyi ve güneyi yoktu Berlin’in. Lefkoşa tam tersi… Kuzeyi ve güneyi var, batısı ve doğusu ise çok uzun zamandır eksik.

Düşününce karmaşık bir ruh halimiz olduğunu çok açık fark ediyor insan. Üstelik bu ruh halini sadece gün doğumlarında değil başka düzlemlerde de hissettiğim oluyor. Mesela Lokmacı barikatından iki dakikada geçip de Rum pastanesinde oturup bir sulu muhallebi yediğimde...

Ama o muhallebiyi yemeye gittiğimde hissettiğim duygunun içinde daha farklı bir şeyler de var. Hiç üşenmeden sınırı geçip diğer tarafta kaşıkladığım o muhallebi, sanki özünde geçmişe bağlılık hissiyatımın tatmin edilmesine hizmet ediyor. Çok tuhaf. Bir pastaneye gidip muhallebi yemek için bir sınır geçiyorum.

Teorik olarak vatandaşı olduğum bir ülkeden çıkıp, başka bir ülkeye giriş yapıyorum. İşin daha da tuhafı ben o giriş yaptığım ülkenin de vatandaşıyım. Ama esas tuhaf olan bir tabak muhallebi yemenin bu kadar karmaşık ve sembolik anlamlarının olması karşısında bizim halen aklı başında normal bir hayat sürdürebiliyor olmamız mı acaba? Yoksa çoktan delirdik de farkında mı değiliz? Delilik normal halimiz mi oldu?

Peki, insanın Kıbrıs’ta neyi, ne zaman, nasıl hissettiğinin gündelik hayat içinde politik bir önemi, karşılığı var mı? Hiç sanmıyorum… Öyle olsaydı bütün bu hissettiklerimi anlamlandırmamı kolaylaştıracak, hepimizin yaşadığı bu tuhaf düşkün hale bir ayna tutarak bize gösterecek romanlar, filmler, anlatılar, sanatsal yapıtlar olurdu. Çünkü normalde bu içine düştüğümüz tuhaf hal sanatsal ya da akademik bir yaratıcılığı körüklemeliydi. Fakat Kuzey’de biz, kendi geçmişine dair okuma düzeyinde ilgi duyan insan sayısının ortalama 500 kadar kişiye denk geldiği bir hayatın içinde yaşıyoruz. Bu kısırlığına insan şaşmaz mı? Yani ciddi ve istikrarlı okur sayısının sadece 500 kişiyle sınırlı olduğu bir memleketin, kültürel hasılasına yapacağı katkıdan da pek bir şey beklemenin anlamı yoktur.

Kültürel kodları bakımından bu durumda olan bir toplumun elinde çok basit çareler olmasına rağmen bunu görmezlikten gelmesi de tuhaf bir durum.

Tüm bu tuhaflığın ortasında, güneş bir daha doğarken ve ben bunları düşünürken, gözüm masamın üzerindeki kitapların arasında üzerinde Hasan Âli Yücel yazana takılıyor. Türkçenin büyük şairlerinden Can Yücel’in babası… Ama ondan öte 1940’lı yılların Milli Eğitim Bakanı. Köy Enstitülerinin kurucusu. Üniversite reformlarının sahibi… Dünya klasiklerini Türkçeye kazandıran kişi… Türkiye eğitim sistemine katkıları uzun hikaye o yüzden burada keseyim. Masamda duran 1957 basımı kitabının adı Kıbrıs Mektupları…

  

1950’li yılların ikinci yarısında Kıbrıs henüz İngiliz kolonisiyken yaptığı ziyaretin ardından kaleme almış bu kitabı. Neden ziyarete geldiğini öğrenmek ister misiniz? Laiklik ve cumhuriyet aydınlanmasında en önemli motor güçlerden biri olan Hasan Âli Yücel Kıbrıs Müftüsü seçilen Dânâ Efendi’den bir davet alır ve bu davete icabet eder. Düşünebilir misiniz? Kıbrıs Müftüsü’nün davetlisi olarak adaya gelen bir Hasan Âli Yücel...

Kitabın sayfalarını çevirdikçe insan Kıbrıs Türklerinin 1900’lerin başından itibaren verdiği eğitim kavgasını bir kez daha görüyor. Ve bu kavgaya Türkiye’deki münevver öğretmenlerin de yaptığı katkılara yine bir kez daha şükran duyuyor. Sonra? Sonra bugün eğitim alanında har vurup harman savurduğumuz bir dönemde olduğumuz gerçeğinin acısı çöküyor içime.

Güneş iyiden iyiye yükseldi şimdi. En iyisi mi bunları bırakıp yerimden kalkayım da Lokmacı’yı geçip bir muhallebi yiyeyim ben.