4 Ekim günü dünyanın birçok ülkesinde Dünya Hayvanlar Günü olarak kutlanmaktadır. Hayvan hakları savunucuları bu günü fırsat bilerek, hayvanların her türlü sömürüden kurtulması gerektiğini savunurken, hayvan refahı savunucuları da hayvanların sömürüsüne yol açan koşulların iyileştirilmesine inanmaktadır.

Bu çerçevede hayvanlara yönelik iki farklı felsefi ve ahlaki pozisyon bulunmaktadır: hayvan hakları ile hayvan refahı anlayışları. Hayvan hakları, hayvanların varoluşsal bakımdan içsel bir değer taşıdığı ve amaç olarak görülmesi gerektiği anlayışından hareket eder. Bu anlayışa göre hayvanların insanlar tarafından araçsallaştırılmaması ve sömürülmemesi gerekmektedir.

Hayvan hakları savunucuları, hayvanların acı çekmeme, yaşam, özgürlük ve doğal ihtiyaçlarının karşılanması haklarına vurgu yapmaktadır. Bu hakların pratik yaşamda da birtakım sonuçları vardır elbette. Sözgelimi insanların ihtiyaçları için hayvanları öldürmesi, yemesi veya satması hayvan hakkı ihlali olarak görülmektedir.

Hayvan refahı anlayışı ise hayvanların kullanılmasına karşı olmamakla birlikte, onlara daha insancıl davranarak acı, stres ve kötü koşulların mümkün olduğunca azaltılması fikrine dayanmaktadır. Bu anlayışın pratikteki karşılığı ise hayvanların doğal ihtiyaçlarını karşılamak, daha iyi bakım vermek, kesim yöntemlerini daha az acılı hale getirmek ve onları stresten uzak tutmak gibi birtakım yükümlülükleri beraberinde getirmektedir.

Her iki yaklaşım arasında ve pratikteki sonuçları bakımından farklılıklar olsa da hayvanların acı çekme kapasiteleri konusunda hemfikirdirler. İnsanlar ile hayvanlar arasındaki en büyük benzerlik, acıyı hissedebilmemizdir. Bu acı özelliği, evrensel etikte de yer alan, acı çekebilen canlılara ahlaki olarak acı çektirmemek gerektiği ilkesiyle yakından ilişkilidir.

O bakımdan hayvanların acı çektiğinin kabulü, etik bir yükümlülük olarak çağdaş hukuk sistemini de dönüştürmüştür. Bilindiği üzere hukuk sistemlerinde genellikle kişiler ile eşyalar arasında keskin bir ayrıma gidilir. Kişiler hak sahipleri olarak, eşyalar da sahiplenilen nesneler olarak görülmektedir. Hayvanlar da bu çerçevede geleneksel olarak eşya statüsündeydi. Oysa bugün hayvanlar artık kişiler ve eşyalar arasında yer alan üçüncü bir kategori olarak “duyumsal varlıklar” şeklinde kabul edilmektedir. Yani hayvanlar artık insanlar gibi acı hissedebilen ve korunmayı hak eden varlıklar olarak yasal statü kazanmaktadır.

Hayvanların duyumsal varlık olarak kabul edilmesi ise pratikte birtakım gerekleri beraberinde getirmektedir. Örneğin hayvanların hukuksal statü kazandığı ülkelerde, tarım, ulaşım, şehir planlama veya çevre gibi kamu politikaları tasarlanırken, hayvanların refahı üzerindeki olası etkilerinin de dikkate alınması gerekir. Hayvanlara eziyet çektirenlerin mahkemede hak ihlali kapsamında yargılanmaları gerekir.

Dünyada hayvan haklarını tam anlamıyla yasal olarak tanımış bir ülke yoktur; bununla birlikte hayvan refahı anlayışı birçok ülkede yasal olarak kabul edilmiş ve hayvanlara duyumsal varlıklar olarak yasal statü verilmiştir. Hayvanlara duyumsal varlık olarak hukuksal statü verilmesinde, 1997 Avrupa Birliği’nin Lizbon Antlaşması önemli bir dönüm noktası olmuştur. 2010’lardan itibaren de ulusal yasalarda daha somut ve yaygın hale gelmiştir.

KKTC’de de bu çerçevede Hayvan Refahı Yasası’nın 2013 yılında parlamento tarafından kabul edildiğini görüyoruz. Daha önce parlamentoda 2008’de kabul edilen Hayvanların ve İşletmelerin Tanımlanması ve Kayıdı Yasası, 2012 yılında kabul edilen Hayvan Sağlığı Yasası gibi yasalardan farklı olarak Hayvan Refahı Yasası, hayvanların doğal ihtiyaçlarını karşılamalarına yönelik uygun kuralları ve hayvanların kötü muamele, stres ve acıya karşı korunmalarına ilişkin düzenlemeleri içermektedir.

Bu yasa, dünyada hayvan refahını koruyan diğer yasalarla uyumlu olup, hayvanları eşya olarak değil, “korunması gereken canlı varlıklar” olarak tanımlamaktadır. Bu yönüyle hayvanlar KKTC hukuk sisteminde de “duyumsal varlıklar” olarak statü kazanmaktadır.

Hayvan Refahı Yasası’nı parlamentodan geçirmiş olmamıza rağmen, hayvanların refahını korumaya yönelik ilgili maddelerin ne kadarını hayata geçirebiliyoruz? Bu yasanın uygulanmasından sorumlu olan Veteriner Dairesi’nin bağlı olduğu Tarım ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı bu yasayı yeterince uygulayabiliyor mu?

Bunun yanı sıra yürürlükteki birtakım tüzükler, bu yasanın ruhuyla açıkça çelişen hükümler içerebilmektedir. Örneğin Hayvanlara Zulüm Tüzüğü’nün 6. maddesi, belediye görevlilerine ve emniyet mensuplarına başıboş köpek veya kedileri sözümona kendi takdirlerine göre, yani keyfi bir biçimde “boğazlayabilme” yetkisi vermektedir. Üstelik Ceza Yasası’nda da son dönemde hayvanlara karşı işlenen suçlardaki cezaları ağırlaştırdık.

Ne var ki ilgili Tüzükte böylesi bir caniliğe cevaz verilmesi, ne hayvan haklarıyla ne de hayvan refahı anlayışıyla bağdaşmaktadır. Hayvanları bir yandan yasal olarak korunması gereken canlı varlık olarak kabul edip, diğer yandan tüzük yoluyla cansız bir eşya statüsüne indirmek hukuksal normlar hiyerarşisiyle bağdaşmadığı gibi, mantıksal açıdan da çelişkilidir.

Sonuçta hayvanların refahı anlayışını kabul ediyorsak, bunun gereğini hem hukuksal bakımdan hem de uygulamada yerine getirmemiz gerekir.

4 Ekim tarihi, bu bağlamda, dünyada yaşayan tek canlının insan olmadığını; diğer canlılarla birlikte var olduğumuzu ve hayvanların da hissedebilen canlılar olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak için önemli bir fırsattır.

Tabii insanların hâlâ birbirini boğazladığı bu çağda, hayvanların da iyiliğini düşünecek birileri kaldıysa!