Kıbrıs’ın Türkiye-AB İlişkilerindeki Rolü

Abone Ol

Türkiye, tüm engellere rağmen Avrupa Birliği (AB) üyeliğini hâlâ stratejik bir hedef olarak tanımlıyor. Ancak bu hedefin önündeki en büyük ve kalıcı siyasal başlıkların başında Kıbrıs sorunu geliyor.

Türkiye, Aralık 1999’da aday ülke statüsü kazanmasının ardından Ekim 2005’te AB ile tam üyelik müzakerelerine başladı. Toplam 35 müzakere başlığından 16’sı açıldı. Buna karşın, özellikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tutumu ve Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğü nedeniyle süreç Haziran 2018’den itibaren fiilen durma noktasına geldi.

Aslında kırılma noktası çok daha erken bir tarihe uzanıyor. Rumların tekelindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, ada hâlâ bölünmüş durumdayken Mayıs 2004’te AB’ye üye kabul edilmesi, Birliğin Türkiye’ye yönelik siyasal yaklaşımında köklü bir değişime yol açtı. 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Kıbrıs sorunu Türkiye için bir dış politika meselesi olarak tanımlanmış, Türkiye’ye adaylık statüsü verilmezken Kıbrıs’a bu statü tanınmıştı. Ankara ise buna tepki olarak iki devletli konfederasyon tezini benimsemişti.

AB cephesinde ise farklı bir hesap vardı. Birlik, Kıbrıs’ın üyeliğinin adanın federasyon temelinde birleşmesini teşvik edecek bir “kaldıraç” işlevi göreceğini düşünüyordu. Nitekim 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye aday ülke statüsü tanınırken, Kıbrıs meselesinin Birleşmiş Milletler (BM) gözetiminde çözüme kavuşturulması da güçlü biçimde teşvik edildi.

Bu kaldıraç etkisi en net biçimde 2002–2004 Annan Planı sürecinde hissedildi. Plan, hem Türkiye’nin AB süreciyle doğrudan ilişkilendirildi hem de Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm getireceği beklentisini yarattı. Ancak Kıbrıslı Türklerin çoğunluğu planı kabul ederken Rum tarafının reddetmesi, AB’nin stratejik hesaplarını boşa çıkardı. Böylece “evdeki hesap çarşıya uymadı.”

Kıbrıs sorunu çözülmeden, ada fiilen bölünmüş haldeyken Kıbrıs Cumhuriyeti, AB’nin 10 yeni ülkeyi kapsayan genişleme dalgasıyla Birliğe tam üye oldu. Aynı dönemde Türkiye ise Ekim 2005’te katılım müzakerelerine resmen başlamıştı.

2005 öncesinde Kıbrıs sorunu Türkiye’nin AB adaylığı açısından daha çok siyasal bir başlık olarak ele alınırken, bu tarihten sonra hukuksal ve teknik bir engel haline geldi. AB, Türkiye’den Ankara Anlaşması’nı yeni üyelere genişleten Ek Protokol’ü imzalamasını istedi. Türkiye protokolü imzaladı; ancak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımadığını ilan ederek limanlarını ve havaalanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmadı. Bunun üzerine AB Konseyi 8 müzakere başlığını askıya aldı.

Özellikle 2007’den sonra enerji, yargı ve dış ilişkiler gibi bazı kritik başlıklar, Rum yönetimi tarafından tek taraflı vetolarla bloke edildi. 2011 sonrasında ise Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama faaliyetleri, Kıbrıs sorununu diplomatik bir ihtilafın ötesine taşıyarak enerji ve güvenlik boyutları olan bir meseleye dönüştürdü. Bu süreçte AB, “üye dayanışması” gerekçesiyle açık biçimde Rum tezlerini destekledi.

2017’den itibaren AB, Türkiye ile katılım müzakerelerinin fiilen durduğunu resmen ilan etti. Bir dönem Türkiye’yi reformlara teşvik eden bir araç olarak kullanılan Kıbrıs dosyası, zamanla Türkiye’yi AB’nin dışında tutmanın kalıcı bir enstrümanına dönüştü.

Bu yaklaşım, AB Konseyi’nin genişlemeye ilişkin 16 Aralık 2025 tarihli sonuç bildirgesinde de açıkça görülüyor. Bildirgede, AB–Türkiye ilişkilerinde ilerlemenin Kıbrıs müzakerelerinin yeniden başlamasına bağlandığı vurgulanıyor; Türkiye’den çözüm sürecine “yapıcı ve somut” katkı bekleniyor. AB, BM parametreleri çerçevesinde kapsamlı bir çözüm hedefini yineleyerek Maraş (Varosha) konusundaki tek taraflı adımları da sert biçimde eleştiriyor. Türkiye’ye, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma, ilişkileri normalleştirme ve Doğu Akdeniz’de üye devletlerin egemen haklarına saygı gösterme çağrıları da yineleniyor.

Ancak gerçekçi olmak gerekirse, Kıbrıs sorunu çözüme kavuşmadan bu beklentilerin karşılık bulması neredeyse imkansızdır. Türkiye açısından Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak, ilişkileri normalleştirmek ve Doğu Akdeniz’de Rum yönetiminin münhasır ekonomik bölge iddialarını kabul etmek, mevcut siyasal pozisyondan ve kendi haklarından vazgeçmek anlamına geliyor.

Buna karşılık, Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümüne aktif destek vermesi makul ve yapıcı bir beklenti olarak görülebilir. Olası bir çözüm senaryosunda, AB’nin bugün Ankara’dan talep ettiği pek çok unsur kendiliğinden geçerlilik kazanacaktır. Böyle bir tabloda Kıbrıs, Türkiye–AB ilişkilerinde bir tıkanma noktası değil, tersine süreci canlandıran bir kaldıraç haline gelebilir.

Adanın iç dinamiklerine bakıldığında, Kıbrıslı liderlerin müzakerelerin yeniden başlaması için karşılıklı zemin yoklamalarına başladığı görülüyor. Açıkça “federasyon” kavramı telaffuz edilmese de, sürecin BM Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde yürütülmesi konusunda örtük bir mutabakat dikkat çekiyor.

Bununla birlikte, Kıbrıs sorununun dış boyutunda Türkiye’nin nasıl bir pozisyon alacağı belirleyici olacak. BM’nin gündeminde olan gayriresmî 5+1 toplantısı gerçekleşirse, Ankara iki devletli çözüm tezinde ısrar mı edecek, yoksa BM kararları çerçevesinde yeni bir müzakere hattına mı yönelecek? Bu sorunun yanıtı, sadece Kıbrıs’ın değil, Türkiye–AB ilişkilerinin geleceğini de şekillendirecek.

{ "vars": { "account": "G-4YY0F4F3S9" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } } { "vars": { "account": "G-1E4JSD5JXZ" }, "triggers": { "trackPageview": { "on": "visible", "request": "pageview" } } }