Kıbrıs’ın NATO üyeliği konusu, Kıbrıs sorununun çözümünü gerekli kılar mı? Kıbrıslı Rum lider Nikos Hristodulidis bir süredir Kıbrıs’ın uzun vadede NATO’ya üye olmasını hedeflediğini gizlemiyor.
Kıbrıs sorunu bağlamında 1964 yılından bu yana farklı dönemlerde NATO çerçeveli çözümler çeşitli aktörler tarafından önerilmesine rağmen, Rum liderliği tarafından hep reddedilmişti. Örneğin 1963 yılından sonra patlak veren toplumlar arası çatışmalarda NATO’nun garantörlük rolü önerisi; Türkiye’nin 1974 askeri müdahalesi sonrasında adada NATO komutasında bir barış gözlem misyonu fikri, 1990’larda federal Kıbrıs’ın NATO ile entegrasyonu ve NATO-AB iş birliği içinde bir güvenlik düzeni, 2004 Annan Planı kapsamında garantiler yerine NATO destekli çok taraflı güvenlik misyonu gibi öneriler, Rumlar tarafından hiçbir zaman kabul görmedi.
En son 2008-2017 arası Talat ve Akıncı dönemlerinde de zaman zaman mevcut garantilerin yerine AB, NATO ve BM’nin oluşturacağı ortak güvenlik mekanizmasının kurulması konuşulmakla birlikte, Rum tarafının sıcak bakmaması nedeniyle ilerleme sağlanamamıştı.
Bugün ise Hristodulidis döneminde Rum tarafının NATO üyeliğini talep ettiğine tanık oluyoruz. Hatta Rum yönetimi, Batı ittifaklarıyla ilişkilerini yeniden şekillendirme sürecinde özellikle ABD’de Biden yönetimiyle başlayan ve Trump yönetimiyle devam eden çeşitli temaslar ve anlaşmalar gerçekleştirdi.
Hristodulidis, Türkiye’nin onayı olmadan Kıbrıs’ın NATO’ya giremeyeceğinin farkında olduğu için zaman zaman Ankara’yı ikna etmeye yönelik adımlar atmaya hazırlanıyor; bunların başında Türkiye–AB müzakerelerinin yeniden canlandırılmasına yönelik ‘havuç’ politikası geliyor.
Bu hedef doğrultusunda, Kıbrıs’ın NATO’ya olası katılımına kadar bir hazırlık ve uyum süreci öngörülüyor. Ulusal Muhafız Ordusu’nun askeri kapasitesinin NATO standartlarına yükseltilmesi, deniz ve hava üslerine yatırım yapılması ve ABD ile stratejik ilişkilerin güçlendirilmesi bu sürecin temel başlıkları arasında.
Hristodulidis’in Politico’ya son verdiği demeçten, Kıbrıs’ın AB Konseyi Başkanlığı döneminde NATO üyeliğine ilişkin bir plan sunacağı anlaşılıyor. Söz konusu plan; Kıbrıs’ın NATO’nun “Barış İçin Ortaklık” (PfP) programına katılmasını, AB–Türkiye işbirliğinin kademeli olarak iyileştirilmesini ve Kıbrıs müzakerelerinin yeniden başlatılmasını içeriyor. Bu çerçevede Rum tarafı, Türkiye’nin veto etmemesi için AB–Türkiye ilişkilerindeki engelleri kademeli olarak azaltmayı hedefliyor.
Bütün bu süreçlerin ilerleyebilmesi ise Hristodulidis’e göre Kıbrıs müzakerelerinde özlü konulara geçilmesine bağlı. Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye daha önce Kıbrıs’ın NATO üyeliğine itirazlarını dile getirmişti; ancak bu itirazlar adanın mevcut bölünmüşlüğünü temel alıyordu. Hristodulidis ise çözüm olmadan NATO üyeliğinin mümkün olmayacağını ve bu konuda koalisyon ortaklarına güvence verdiğini ifade ediyor.
Bu arada Türkiye, AB’nin SAFE programına katılmak isterken Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan’ın vetosuyla karşılaşıyor. Diğer yandan Kıbrıs Türk tarafı, bir çözüm halinde Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünü sürdürmesini savunurken; Kıbrıs Rum tarafı garanti ve ittifak anlaşmalarının kaldırılmasını talep ediyor.
Ancak bütün bu talepler, kapsamlı bir çözüm sağlanmadan hayata geçirilemez. Müzakerelerde ilerleme sağlanması ve özlü konularda uzlaşma oluşması hâlinde güvenlik ve garantiler meselesi tüm garantörlerin katılımıyla yeniden ele alınabilir.
Muhtemel bir çözüm sonrasında Kıbrıs’ın NATO üyeliği, mevcut Garanti ve İttifak anlaşmalarının yerini alabilir. NATO’nun kolektif savunma mekanizması, yeni federal Kıbrıs için güçlü ve kapsamlı bir güvenlik çerçevesi sunabilir. Böylece eski garantör devletler de aynı ittifak içinde yer almış olur.
Peki, böyle bir yapı Kıbrıslı Türklerin ve Rumların kendilerini güvende hissetmelerini sağlar mı?
NATO’nun geçmişte Balkanlar’da (KFOR, IFOR, SFOR) ve Afganistan’daki (ISAF) çatışmalarda barışı koruma veya istikrar misyonları yürüttüğünü biliyoruz. Bu bakımdan muhtemel bir federal Kıbrıs’ta da ortak devleti koruma ve Kıbrıs Türk ve Rum toplumları arasında gerilimi önleme gibi roller üstlenebilir.
Küreselden bölgesel ve yerel düzeye uzanan pek çok dinamik, içinde bulunduğumuz dönemin bir geçiş sürecine işaret ediyor. Bu tür dönemler, tehditlerle birlikte önemli fırsatları da barındırır. Önemli olan, siyasal aktörlerin bu fırsatları zamanında görerek yapıcı bir irade gösterebilmesidir. Tehditlerle boğuşmak yerine, ortaya çıkan imkânlardan yararlanmayı tercih etmek hepimizin yararına olmaz mı?