Genel olarak edebiyatta özel olarak ise şiirde en çok tartışılan konulardan birisi de geleneğin yeridir. Türk(çe) edebiyatı üzerinden gidildiğinde, geçmişten bugüne gelenek ile modernizmin bir çatışma içerisinde olduğu görülmektedir.
Şiir / edebiyat, içsel yapısından getirdiği özelliklerinden dolayı okurun ve dolayısıyla toplumun kültürel ve bireysel anlamda gelişim göstermesine, görünmeyeni görmesine ve kendi gerçekliğiyle yüzleşmesine olanak sağlamaktadır.
Gündelik yaşam içerisinde kullanılan birçok nesnenin şiir diliyle yeni bir gerçekliğe kavuşması, zihnini şiir bilinciyle zenginleştiren okurun da içerisinde yaşadığı dünyaya imgesel bir gözle bakmasını sağlamaktadır.
Bu düşünceyi daha somut bir hâle getirebilmek için Behçet Necatigil’in “Hal Tercümesi” şiirinde geçen aşağıdaki dizelere bakmamız yerinde olacaktır:
“Kapalı kaynar tencerem bilinmez,
Et mi pişer, dert mi pişer.”
Yukarıda verilen dizelere bakıldığında şairin, herkesin gündelik yaşam içerisinde gördüğü sıradan bir nesneyi estetik malzeme olarak kullandığı ve imgesel bir bakış açısıyla yeni bir gerçekliğe dönüştürdüğü söylenebilir.
Öyle ki her insanın evinde tencere vardır, bu tencerede kimi zaman et, kimi zaman başka yemekler pişmektedir. Ancak Behçet Necatigil, “Kapalı kaynar tencerem bilinmez, / Et mi pişer, dert mi pişer.” dizeleriyle tencereyi bir insanın iç dünyasıyla bağdaştırmıştır.
Bu örnekten de görüldüğü gibi şiir / edebiyat bireyin dünyaya bakışının da değişmesini sağlamaktadır.
İşte şiirin ve genel olarak edebiyatın, bireyin içindeki çeşitli boyutları gün yüzüne çıkarabilmesi için yeniliğin peşinden koşması, kalıplara sıkışmaması ve deneysel girişimlerde bulunması büyük önem taşımaktadır.
Gelenek ile yeninin çatışması
Yenilik, şiirde her ne kadar önemli bir yere sahip olsa da edebiyat tarihinde gerçekleştirilen birçok yeni girişim gelenek tarafından eleştiriye tutulmuştur. Daha geriye gidildiğinde Divan edebiyatı döneminde geleneğin etkisi daha iyi anlaşılacaktır.
Nitekim Divan edebiyatında şair belli kurallara bağlı olarak estetik üretim içerisinde olmalıdır. Şiirlerde gül, bülbül, aşk, şarap, kadın gibi konular işlenmeli, bunlar da belli vezin kalıpları içerisinde varoluşunu gerçekleştirmelidir.
Türk(çe) şiirinin Batı’ya yöneldiği ve yeni bir biçim kazanmaya başladığı dönemlerde de gelenekle yenilik arasında birtakım çatışmalar yaşanmıştır.
Bu çatışmalardan en önemlisi Tanzimat Dönemi’nin ikinci evresinde yaşanmış ve şiirde yenilik ile geleneğin belirleyicisi olmuştur. Türk(çe) edebiyatında Recaizade Mahmut Ekrem yeniliği; Muallim Naci ise eskiyi savunan kişilikler olarak ön plana çıkmaktadır.
Özellikle Hasan Asaf isimli bir gencin Malumat dergisinde yayımlanan şiirinin bir beytinde Divan geleneğinin “göz için uyak” kuralına uyulmaması, Muallim Naci ile Recaizade Mahmut Ekrem odağında bir eski-yeni tartışmasını gündeme getirmiştir.
Hasan Asaf isimli bu gencin Malumat dergisinde yayımlanan şiirinin tartışmayı başlatan beyti şöyledir:
“Zerre-i nurundan iken muktebes
Mihr ü mehe etmek işaret abes”
Divan geleneğine göre Osmanlı Türkçesiyle yazılan “abes” (عبث) ve “muktebes” (مقتبس) kelimelerinin son harfleri aynı olmalıdır. Ancak bu şiirde “abes” kelimesinin sonunda peltek /s/, “muktebes” kelimesinin sonunda ise /sin/ harflerinin kullanılması geleneğe aykırı bir kullanım olması nedeniyle eleştirilmiştir.
Bu eleştirinin ardından genç şairin Recaizade Mahmut Ekrem’in görüşünü öne sürmesiyle Ekrem ile Muallim Naci arasında yeni-eski tartışması başlamış; Recizade Mahmut Ekrem Servet-i Fünun dergisinin başına öğrencisi ve Şair Tevfik Fikret’i getirerek yeni edebiyatın gelişmesine ve eleştiri ortamının sağlanmasına zemin yaratmıştır.
Eski ile yeninin, başka bir deyişle gelenekle yeni şiirin çatıştığı bir diğer olgu ise Nâzım Hikmet’in Resimli Ay dergisinde başlattığı “Putları Yıkıyoruz” girişimidir. Nâzım Hikmet, Moskova’da bulunduğu sırada Mayakovsky’nin şiirinden etkilenmiş; Toplumcu Gerçekçi Şiir’in öncüsü olarak da sınıf mücadelesini şiirinin amacı haline getirmiştir.
Nâzım Hikmet, geleneğe ve eski şiire karşı çıkmış, serbest tarza yönelmiş ve tarz-ı kadim olarak da bilinen Divan şiirine karşı çıkmıştır.
İdeolojik bağlamda işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşını benimseyen Nâzım Hikmet, şiirde de eskiye / geleneğe karşı bir savaş başlatmıştır.
Nâzım Hikmet, Şair-i Azam olarak nitelendirilen Abdulhak Hamid Tarhan’ı, milliyetçi şair olarak bilinen Mehmed Emin Yurdakul’u put olarak değerlendirmiş ve bu şiir anlayışını yıkacaklarını vurgulamıştır.
1940’lı yıllara gelindiğinde ise Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat, Garip adını verdikleri ortak bir kitapta tüm geleneksel estetik değerlere ve şiir kurallarına karşı çıkmış ve şiiri halka indirmiştir.
Kıbrıs Türk(çe) şiirinde geleneğe başkaldırı
Kıbrıs Türk(çe) şiirine bakıldığında ise Red Kuşağı olarak da bilinen 1974 Kuşağı'nın geleneği yıkarak edebiyata bir Kıbrıslılık kimliğini getirdiğini ve Türkiye milliyetçiliğine yönelik geliştirilmiş şiir anlayışına karşı bir başkaldırıda bulunduğunu söyleyebiliriz.
Kıbrıs'ta yaşanan savaşın ardından Türkiye'nin milliyetçi ruhu Kıbrıs Türk(çe) şiirine de yansımıştır. Kıbrıs Türk(çe) şiiri Kemalist bir ideolojiye yaslanarak üretimde bulunmaya başlamış bunların başında da Özker Yaşın gelmiştir. Türkiye'nin anavatan, Kuzey Kıbrıs'ın yavru vatan olarak tanımlandığı o dönemde Kıbrıs Türk(çe) edebiyatının kimliği de tehlikeye girmiştir.
1974 Kuşağı, Kıbrıs'ı anavatan olarak benimsemiş ve Türkiye milliyetçiliğine karşı Kıbrıs milliyetçiliğini savunan eserler vermiştir. Neşe Yaşın, Hakkı Yücel, Neriman Cahit gibi şairler bu odakta şiirler yazmıştır.
Neşe Yaşın, 1974 Kuşağı'nın bu girişimini şu şekilde değerlendirmektedir:
"Kıbrıslı - Türk şairlerin kendilerine anavatan aramaktan vazgeçmeleri ve kendi iç seslerine yönelişi, Kıbrıs'ı vatan bilip, onun taşıdığı tarihsel, kültürel mirasa sahip çıkmaları şiire yalnızca bir içerik değişikliği olarak yansımamıştır.
Kıbrıslıların tarihindeki çok anlamlı 1974 dönemeci, Kıbrıslı - Türklere farklı kimliklerini tanımanın yolunu açmış ve toplumsal gelişmeler Kıbrıslı - Türk 'birey'in kendi ayrımına vararak, nitel sıçrama ve psikolojik değişim geçirmesini sağlamıştır.
1974 sonrasında gelişen şiirin anti-74 bir ruh taşıdığını söyleyebiliriz. Bu şiirin yaratıcısı olan gençler, şair kimliklerini böylesi bir 'protest' ile oluştururlar. Toplumsal geleneğe aykırı, isyancı ve yürekli bir tarza girerler ki, bu gerçek şairin ve şiirin doğuşunun müjdecisidir."
Tüm bu bilgiler ışığında düşünüldüğünde Türk(çe) şiirinde de Kıbrıs Türk(çe) şiirinde de eskiyle yeninin bir savaş içerisinde olduğu görülmektedir.
Sartre odağında Varoluşçuluk felsefesi ve gelenekle yüzleşme
Şairin, günümüz çağında ve estetik değerleri içerisinde gelenekle yüzleşmesi, kendini ve kendi şiirini yaratması noktasında Varoluşçuluk felsefesinin önemli bir yerde durduğu kanısındayım.
Varoluşçuluk felsefesi, insanın dünyaya ve kendine yabancılaşmasına, köklerinden koptuğuna, tarihe güvenmediğine, toplum içerisinde kendisini yalnız hissettiğine, mutsuz, huzursuz bir insan varlığına işaret etmektedir.
Varoluşçuluk felsefesi, 19. yüzyılın sonlarında özellikle Almanya’da görünür hâle gelmiş, Nietchze, Scheler, Bergson, Blondel, Brushving gibi düşünürler tarafından geliştirilmiştir. Bu felsefe özellikle Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, sarsıntılı ve bunalımlı dönemlerin ardından ortaya çıkmıştır. Jean Paul Sartre’ın romanları ve felsefi kitaplarıyla birlikte bu felsefe dünyada kendine yer kazanmıştır.
Sartre’ın Varoluşçuluk felsefesi, insana sorumluluk yüklemekte, insanı dünya içerisinde bir özne haline getirmektedir. Ona göre “Varoluş özden önce gelir.” Yani insan dünyaya bırakılmıştır, bu bırakılmışlıktan önce insanın herhangi bir özü yoktur. Bir bardağın, masanın özü ve amacı vardır. İnsan ise kendi özünü dünyada yaşadığı acı, sarsıntı ve mücadeleyle oluşturur.
İnsan, seçimlerinden özgürdür ve bu nedenle yaptıklarından sorumludur. Tanrıtanımaz Varoluşçuluğun öncüsü olan Sartre, Tanrı diye bir varlık olmadığı için önceden belirlenmiş kuralların, değerlerin, yasaların da olmadığını savunur.
Bir davranışın iyi olup olmadığı insanın kendi yorumudur. Bu nedenle insan önsel kurallara sahip olmadığı için kendi değerlerini ve kurallarını kendi yaratır.
Gelenek tarafından baskı altında kalan şairin kendi varoluşunu gerçekleştirebilmesi için Varoluşçuluk felsefesinin bu yönünden faydalanabileceğini düşünüyorum.
Şiir ve edebiyat, bireyin gelişim gösterebilmesi için nasıl yeniliğe ihtiyaç duyuyorsa şair ve yazarın da edebiyata yenilik getirebilmesi için özgür bir şekilde eylemlerde bulunmaya ihtiyacı vardır.
Genç bir şairin edebiyat dünyasında tutunabilmesi için mevcut şiir geleneğinin takipçisi olması beklenmektedir. Öyle ki bu durum kendini nasıl geçmiş dönemlerde belli mazmunlarda, vezin kalıplarında göstermişse, ilerleyen dönemlerde de imgeli/kapalı söyleyişte belirgin kılmıştır.
Oysa bir şairin kendi varlığını bulup edebiyata yenilik getirebilmesi için kendisinden önce belirlenmiş kurallara de eleştirel bakması gerekmektedir.
Türk(çe) şiirinin en önemli girişimlerinden birisi olan ve şiirin evrilmesine olanak sağlayan Garip akımı da geleneğe, bütün estetik değerlere karşı çıkarak kuralları yerle bir etmiştir.
Garip akımının öncüsü olan Orhan Veli Kanık, manifestoda şu ifadelere yer vermiştir:
“Yeni doğup bugünün münevveri tarafından terbiye edilen çocuk kendini doğrudan doğruya bu noktada idrak ediyor. Şiiri kendine gösterilen şartlar içinde aradığından, bir tabiileşme arzusunun mahsulü olan eserlerini tabi kabul edişinden gelmekte. Ona buradaki izafiliği göstermeli ki, öğrendiklerinden şüphe edebilsin.”
Görüldüğü gibi Orhan Veli, genç şairin içerisinde bulunduğu şiir geleneğine şüpheyle yaklaşması ve bu şekilde varlığını oluşturması gerektiğini savunmuştur.
Varoluşçululuk felsefesine dönüldüğünde, genç şairin burada atması gereken bir diğer adım, özünü şiir yolculuğu içerisinde oluşturacağının bilincinde olmasıdır.
Burada Varoluşçuluk felsefesiyle genç şairinin kendi varoluşunu gerçekleştirmesi arasında bir analoji kurulacak olursa, genç şairin edebî yolculuğa başlaması bir varoluş olarak değerlendirilebilir. Şair, geleneğin belirlediği estetik değerlerin farkındadır ancak bu önsel kurallar şaire bir zorunluluk olarak yansıtılması önünde put olarak durmaktadır.
Şair, özünü yolculuk içerisinde, deneyimle, diğer şairlerin şiirleriyle karşılaşarak, eleştirilerek oluşturması önemli bir yerde durmaktadır.
Ortada her ne kadar bir gelenek var olsa da şairin varoluşunun da özden önce gelmesi gerektiği unutulmamalıdır.
Şair, kanımca geleneğin ona sunduğu özde tutuklu kalmaktansa, kendi özünü yaratarak yeni bir şiirin peşine düşmelidir.