Yaşadığımız her anda, huzur ve mutluluğun yanında; acı, hüzün yok mudur?

      En mutlu anımızın bir yerlerine saklanan keder değil midir?

      Aslında biliriz. Hiçbir duygu; sağlıklı bir varoluşun zindanlarında tutsak değildir. Ne sonsuz mutluluğu ne de bitmeyen hüznü elinizde tutabilirsiniz. Bazılarından kaçmak, bazılarıyla var olmak isteseniz de bir şekilde zamanın sonsuz akışı içinde, değişim kaçınılmazdır.

      Bizler, gökkuşağının göremediğimiz renklerinden bile daha fazla duygu zenginliğine sahibiz. Bazılarını görmeden tanıyamayız, sevilen kişinin kaybı gibi. Ama bazılarından çok korkarız: derin bir melankolide kaybolmak gibi. Acı ve hüznün karanlığına takılıp da uyuşturan tatlı şırıngalara mahkûm olmak da istemeyiz.

      Hep sevinç yok. Hep mutlu olmak yok. Bunları daha önce de konuştuk.

İnsan olmanın özünde, sadece “an” dediğimiz şu noktada bile mutluluğu kapımızın önüne bağlama şansımız yok. Her an her şey olabilir. Bir an sonra eski “ben” yok olabilir.

      Bu “yokluğun” iyi bir tarafı var mı diye düşünmek gerek. Yeni bir varoluş için belki de.

      Üzülmek, hayal kırıklığına uğramak, derin bir ruhsal acıda kaybolmak ve daha nicesi bize, bizi ve başkalarını anlama konusunda iyi bir deneyim sağlar. Akıl ve kalpten beslenen bir “iyi”, bütünlüğümüzde yerini bulur. Acılardan sonra, huzuru bulmak, mutlu hissetmeyi başarmak…bir düşünün, nasıl yeniden doğurur bizi.  

      Kendini ve dünyayı anlama yolu, kendini ve başkalarını unutmaktan geçmez. Aksine, başkaları ile olan ilişkimizde renk cümbüşüne benzeyen duygusal alışverişimizin bizim için çok değeri vardır. Üzülmemek, zevki sefada kaybolup gitmek adına kendini kaybedenlerin gölge dünyalarına şahit olduğumuz her anda; kendimize daha çok yaklaşırız.

      Üzülmek, etkilenmek, kırılmak, hüzün duymak kötü bir şey değildir. Bunların tüm yaşama egemen olması belki zihinsel bütünlüğümüzde, sorunsal bir değer taşır. Ancak hüzün ve kederle yüzleşmek, günümüzün modası olan yalancı iyimserliğe karşı da bir duruştur. “Toksik pozitiflik” moda bir deyim oldu, duymuşsunuzdur. Aşırı iyimserlik, başını kuma gömüp hayalci çıkarımlar üretmek ve bunlara dört koldan sarılmak, kötünün içinde inatla iyiyi aramaya çalışırken yok olmak… Bu bir zehirdir ve yok edici gücü çok yüksektir. Kuyunun dibinde olduğunu inkâr edip, kendini duvar yazısı kalıplarına teslim etmek bir yok oluş değil midir?

      Hayal kurmayı bırakıp, gerçek yaşamla ve kendi varlığımızla, duygularımızla yüzleşmemiz gerek. Duygularımızı serbest bırakmak, kendimizi depresyona sürüklemek değildir. Aksine, yüzleşmek; bizi neyin-kimin incittiğini, incindiğimizde ne tür bir kapanışa gittiğimizi, bu kapanışın kendi varlığımıza vurduğumuz son bir darbe olabileceği yüzleşmesini yapmamızı sağlar. “Kalk ayağa ve yürü” deriz, incinmiş bütünlüğümüze. “Bak gelecek seni bekliyor. Öğrendin ve yola devam edebilirsin.” Bu bir özgürlüktür ve aynı zamanda İyileştiricidir.

      Evet, hüzün, hayal kırıklığı, mutsuzluk hatta yas duyabilme hassasiyetimiz bizi iyileştirme gücü taşır. Etrafı tanımayan bir çocuğun oyunda körebe rolünü düşünün. Sağa sola çarpar ve bir türlü hedefine varamaz. İşte, acıyı, ızdırap vereni, hüznü reddetmek böyle bir şeydir. Bağladığımız gözlerimiz, ışık olsa da olmasa da karanlıktadır.

      Her şeyi iyiye yormayı, olumsuz sandığımız duyguları yok saymayı bir tarafa bırakınca, kendimizi anlamaya bir kapı açarız. Kendini anlamak ve tanımak; yaşadığımız dünyayı ve başkalarını anlamayı kolaylaştırır elbette ama sadece bununla da kalmayız. Kendimizi, başkalarını ya da olan biteni anlamak, “hak vermek, haklı bulmak” anlamına gelmez. Ama anlamak ve anlaşılmak ikiz kardeşlerdir ve çoğu zaman en çok istediğimiz sadece budur.

      Biz, anladığımızda duygu ve düşünce üretmeye da başlarız. Bir şekilde devekuşu kafasını kumdan çıkarmıştır ve hem kendini hem de başkalarını görme şansını yakalamıştır.

     Kendimizle konuşalım. Kendimizi anlamaya çalışalım. Çok iyi tanıyalım bu bedendeki “ben”i. En çok da biz bilelim kendimizi. Bırakın kendimize ağlayalım, kızalım, üzülelim, hüzünlenelim… en yakın dostum olayım kendimle. En çok kendimle konuşayım ve anlaşayım. Deneyelim mi, ne dersiniz?

      Sonuçta elde var “BEN”.