İlişkilerin başlarında yaşanan heyecan, arzu veya aşk ateşi sönmeye yüz tuttuğunda, âşıklar, “bizden bu kadarmış” deyip yollarına ayrı ayrı devam mı etmelidirler yoksa ilk duyguların yatışmasını doğal karşılayıp sıradan bir ilişkiye rıza mı göstermeliler?

      Aslında bu iki uç nokta çiftin yaşanmamışlıkları ile doludur ve iki kararın birbirinden çok da farkı yoktur. Düşünün ki, uyum ve aşkla yaşayacağınız uzun sürecek bir ilişkiyi sadece ilk heyecanı kaybettiğiniz için bir kenara ittiniz. Veya sönmüş ateşin ılık külleriyle ısınmanın herkesin başına geldiğini düşündünüz ve aza kanaat getirerek uykuya daldınız. İkisinde de istediklerinize uygun olmayan bir son var. İlkinde tekrar tekrar arar ve tekrar tekrar bitirirsiniz. İkincisinde ise uykudan uyanmamak için yedek çareler ararsınız.

      Evet ilişkiler uzadığında, gerçek yaşamın ve duygusal bütünlüğün sıkıntıları ortaya çıkar. Düşlerin yerini duygular ve yaşamsal gerçekler alır. İlişki eskidi der geçeriz belki de ama aslında ilişki gerçekçi, sağlam, duygusal kalıbı yüksek bir zemine yerleşmeye çalışmaktadır. Bu başarıldığında, ilk ateşin sönmesinin yarattığı kırgınlık, şüphe, acı ortadan kalkar. İlişkide yaşanılanlar ve yaşanılacak olanlara odaklanma arzusu doğar.

      Elbette bu durumu gerçekleştirmek çok da kolay değildir. Biten ilişkiler, dağılan yuvalar bize gösteriyor ki, bir şeyler yolunda gitmediğinde, bırakıp gitmek “doğru” karar olarak görülmektedir. Ayrılmalar çoğaldıkça doğal karşılanmaya başlanır ve bir kısır döngü içinde, yere serilene kadar “esas kişi” aranmaya devam edilir.

      İş bu noktaya gelmeden veya rutin yaşamın aşksız, sevdasız uykusuna dalmadan önce çiftler ne yapabilir? Gelin bugün bunu düşünelim, konuşalım. 

      Öncelikle, her an aşk ateşi ile yanmak mümkün değildir. Sürekli Romeo veya Juliet de olamazsınız. İlişkimizde beklediklerimizi bulamadığımız pek çok an yaşayacağız ve bizden bekleneni fark etmediğimiz zaman ortaya çıkan enkaza şaşkınlıkla bakacağız. Aslında bunlar olağan gerçekler değil midir?

      Her bir çift iki farklı kişiden oluşur. Bu iki farklı kişi kendi varoluşsal değerleri ve dışarısı ile ilgili farklı uyarıcıları alırlar ve farklı tepkiler verirler. Yani çift, farklıdır. Birbirini tamamlayan bir çift ayakkabı, eldiven gibi. Farklılık ise güzeldir, gereklidir ama zordur.

      Ortada bir sorun görünmediğinde, çift, ilişkinin tıkandığını ve bir şeyler yapılması gerektiğini fark etmeyebilir. Aşk üzerine yazılan kitaplar, şarkılar, filimler bizim beklentilerimizi masalsı bir dünyaya yöneltebilir. Olmayan bir şeyler beklenir ve olmayan başka şeyler varmış gibi davranılabilir. Aşkımız için düşünmek yerine, heyecanla beklediğimiz dizi filmdeki karakterlerin uydurma aşk hayatlarına yapışıp kalabiliriz.

      Yaşamsal akışın içinde doğar ve ölürüz. İki nokta arasında ise Efesli Filozof Herakleitos’un 2500 yıl önce söylediği gibi, her an değişiriz. Dünya değişir, biz değişiriz. İlişkiler de bunun parçasıdır ve çiftin her bir eşi değişirken, ilişkileri de değişecektir elbette. Özellikle yüzyılımızda zamanın hızlı hareketinden başımız dönerken her zamankinden daha fazla yaşıyoruz bu hareketliliği. İş hayatımız, aile, dostluklar, sosyoekonomik hareketler, bozulmaya mahkûm gelecek planlarımız ve en merkezde çift ilişkimiz.

      Bu anaforun içinde dönüp duran ilişkilerin fırtınadan etkilenmemesi mümkün müdür? 

      Demek istediğim, bozulan ilişkileri çoğu zaman ilişkinin varlığı değil, içinde ve dışında olan koşullar bozar veya değiştirir veya geliştirir veya yok eder. Mutsuzluk, gerilim, çatışma, endişe, huzursuzluk; kişinin kendisi ve dünyası ile olan ilişkilerine egemen olabilir ve kurban çoğu zaman çiftin birlikteliğidir. Ya bitirirler ve birazcık huzur bulmak için yeni arayışlara koşarlar veya uyuklamaya çalışırlar. Uyum sağlamanın iyi bir yoludur, uykuya yatmak. Bilirsiniz. Her şey yolundaymış gibi. Bir süreliğine işe de yarayabilir. Sırça köşk parçalanana kadar en azından.

      Değişimin kaçınılmazlığı, yapboz parçalarını yerleştirmemize ve sabit tutmamıza engeldir. İlişkilerin durağanlığı bu nedenle imkânsızdır. Durağanlık dediğimiz şey kayboluşun başladığı bir süreçtir sadece. Çift birbirinden uzaklaşırken, birbirini dinlemekten vazgeçerken, sevgi ve şefkatin dokunuşlarını esirgerken kayboluşlar başlar. Mesele, “alışkanlık, durağanlık” diye niteleyerek normalleştirdiğimiz bu durumu yaşamadan önce ne yapabileceğimizi fark etmek ve davranmaktır.

      Hepimiz aldığımız her nefeste düşünüyor, etkileniyor, etkiliyor ve değişiyoruz. Duygusal gelgitlerin hesap özetini yaparken faturayı bu değişkenlere göre değil de çifte, ilişkiye, hatta sırasında aile birliğinin önemli varlıkları çocuklara kesmemeyi başarmalıyız. Bunun için de duygusal bağın varlığını en başta canlı tutmalıyız. Sevildiğini, anlaşıldığını, arzulandığını, biricik bir rol taşıdığını bilen çiftler duygusal değişimlerini dışa vurmada daha cesur olurlar.

      Öfke, isyan, gerilim; ilişkiyi bozguna uğratmadan, sıradan duygudurumlar olarak ele alınabilir ve anlayışla çözümlenebilir. İlişkinin içerisindeki stres güçlenmeden çözülür ve her çözüm çiftin birbirine yakınlığını artırır. Arzuyu, aşkı canlı tutar ve ilerleyen yılların bıraktığı izler, geçmişi aratmaz.  

      Sorunu gerçekten görmek demek, herhangi bir nedenle yolunda gitmeyenin ne olduğunu anlamak ve çözüm için çalışmak demektir. Çiftin veya ilişkinin veya eşin neye gereksinim duyduğunu, neyin bir şeyleri bozmaya çalıştığını önemsediğinizde bile yolun yarısını aşmış olursunuz.

      Her sorun çözümlenemeyebilir ama suçlamak, yargılamak yerine yanında olmak ve elini tutmak; sevginin en basit gösterisidir. Birini seviyorsak ve beraber yürümeye kararlıysak bu aslında zor ama doğru yolu seçtik demektir. Sevgi devam ettiği müddetçe demeyeceğim çünkü sevgi, “ilgi duymak, hoşlanmak, etkilenmek” gibi ilişkileri başlatan bal duygulara pek benzemez. Bunlar ilişkilerin sadece başlangıç menüsü olabilirler. Ancak sevgiden kaynaklanan aşk ateşinin sönmediği, sürekliliği olan, doyurucu, uyumlu, bütünleştirici ilişkiler için hiçbir zaman yeterli değillerdir.