BU BEBEK DOĞACAK -ÖYKÜ

Arabamın az açık camından içeri dolan serin hava bile rahatlatmıyor beni. Camı biraz daha indirdim. Saçlarım uçuşurken, burnuma egzoz kokuları da doldu. Umursamadım.

Canım burnumda. Kafam karışık. Ne yapacağım ben bu Ersin ile?

Sonra karnımdaki çocuk geldi aklıma. Daha 9 haftalık. Egzoz dumanını hak etmiyor dedim. Kapattım camları ve klimayı açtım.

Sabah sabah gene tartıştık. Bir hiç yüzünden hem de. Kahvaltıyı hazırlarken, tatlılıkla “çöpleri atar mısın” diye sordum Ersin’e. Çok öfkelendi “Beni yönetmekten vaz geç” diye bağırdı ve kapıyı çarpıp gitti. Hazırladığım kahvaltı masada. Sevdiği gibi yaptığım hafif sulu ve hellimli omlet, midemi bulandırdı. Olduğu gibi bıraktım sofrayı ve çıktım evden.

Bebeği söylediğimden beri aramız giderek bozuluyor. Önce tatlılıkla “hazır değiliz” dedi. Sonra, “Ben ne evliliğe ne de baba olmaya hazırım” dedi. Suç işlemişim gibi beni azarlamaları başladı. Ben de sulu gözlü oldum, o söyleniyor, şikâyet ediyor, ben odamıza kapanıp ağlıyorum. Dün gece gelmedi yanıma. Salondaki divanda yattı.

Kırmızı ışık yanıyor ben bunlara dalmışken. Duraklıyorum, yoğun trafiğin ortasında ve elim sigara paketine gidiyor. Geri bırakıyorum. Sigara yok artık. Çünkü bebek var.

Düşünüyorum da iki yıldır aynı evde yaşıyoruz, beş yıllık bir ilişki geçmişimiz var. Ben neredeyse otuz yaşında olacağım. Ersin’in 34’üncü yaşını kutladık geçen ay. Arkadaşlarla takıldığımız barda. Mutluyduk ve çok eğlenmiştik. Sonra bebeği öğrendik ve şimdi durum bu işte.

İki yıl önce ilk gebe kaldığımda, hak vermiştim ona. Aynı evde yaşamaya henüz başlamıştık ve birbirimizi tanımaya ihtiyacımız vardı. Henüz para kazanıyorduk ve bebek için doğru zaman olmadığına kolaylıkla ikna olmuştum. İkna olmuştum ama günlerce gözyaşı dökmüştüm. Başımda beklemiş ve doğru zamanda bebeğimizin de olacağını söylemişti. Annesi çok kızmıştı bize. “Gelen bebek gönderilir mi, olacak şey mi bu” diye. Onu da ikna etmişti Ersin. Çocuk sahibi olmaya maddi ve manevi açıdan hazır değildik.

“Ama şimdi, durum farklı” dedim yüksek sesle. İşlerimiz yolunda gerçekten de. İyi kazanıyoruz.

O zaman neden böyle davranıyor?

Ersin, iyi bir adam aslında. Çalışkandır. Ayrı gayrımız yoktur. Maddi konularda hiç tartıştığımızı hatırlamam. Canım bir şey istese, bulur buluşturur getirir. Ama şimdi yapmıyor. Gebeliğim, mide bulantılarım, canım bir şey ister mi, umurunda değil.

Öfkem, sinsice yükseliyor, yüreğimden. Trafik ışıkları kırmızıdan sarıya dönerken, hafifçe gaza basıyorum. Ama aklımda Ersin. Neden böyle davranıyor? Neden bebeğimizi istemiyor?

Çocukluk aşkım benim. Yıllardır onu seviyorum, hayatım boyunca bir tek onu sevdim.

Dalgınım ve tiz bir korna sesiyle kendime geliyorum. Sağ şeritten geleni görmeden, sağa geçmişim. Yüreğim ağzıma geliyor, bir an. Motoru yavaşlatıyorum. Dikiz aynasına baktığımda, elini kolunu öfkeyle sallayan bir sürücü görüyorum. Korkutmuşum adamı. Kendimi de tehlikeye atmışım. Bebeğimi de. Kaza yapmaktan son anda kurtulduğumuzu anlıyorum. Benim yüzümden.

Hayatım da böyle işte. Hep son anda, bir şekilde kaza yapmadan atlatıyorum, olacakları.

Ama bu defa durum ciddi.

İçimdeki korkular büyüyor. Onun “ceylanım, sürmelim” diyen okşayıcı sesini artık duymayacak mıyım?

“Hala, bir düğün yapmadınız, bir nikahınız bile yok” diye söylenen annem haklı mı çıkacak?

Azıcık kederli görünsem akortsuz sesiyle, eski bir türküden aklında kalan birkaç dizeyi, beni güldürene kadar değişik makamlarda tekrar tekrar söyleyen sevgilimin sesi dolduruyor kulaklarımı. “Kara gözlüm, efkarlanma gül artık.” Türkünün tamamını ve gerçek makamını merak ettim birden. Keşke YouTube ’tan bakacak kadar kaygısız ve iyi bir günümde olsaydım.

Onu karşıma alsam ve konuşsam mı acaba? Aşkımızı, beraberliğimizdeki huzurlu mutluluğu hatırlatsam işe yarar mı? Sonuç bir monolog olabilir veya daha korkuncu “hazır değilim” nakaratına devam edebilir.

Yoksa konuyu ailelerimize mi açsam? Yok olmaz. Çok sinirlenir buna. Ailelerimiz çok iyi anlaşır ve Ersin’e baskı yaparlar mutlaka.

İkinci kırmızı ışık yanarken gene duraklıyorum. Erken çıktım evden. Mesaiye başlamama daha kırk dakika var. Daireye ise on, on beş dakikalık yolum kaldı sadece. Açım. Yolumun üzerinde bir şeyler atıştırabileceğim bir yer var mıydı?

Çocuğum ve ben iyi beslenmeliyiz artık. Ersin ne derse desin ne yaparsa yapsın.

Böyle düşünsem de içim rahat değil. Ne yapabileceğime dair kapışan düşünceler var zihnimde. Ailem, onun ailesi, arkadaşlarım, ortak dostlarımız gözümün önünden geçerken, yeni açılan simitçiyi arkamda bırakıyorum. Canımın çektiğini yeni fark ettiğim, hellim ve simit yiyebilme olasılığını bile idare edemeyen ben, Ersin’in istemediği bebeğimizle olan yaşamımızı nasıl sürdürebileceğim?

Bebeğimizi istemediği gibi, beni de istemeyecek sanırım. Ve içim korkuyla doluyor.

Aklıma, yıllar öncesinden, üniversitenin ilk yıllarından bir anı geliyor. Antropoloji sınavı. O muhteşem ders; alan dersim değildi. Kitabı, defteri yoktu. Profesör anlatır ve bolca belgesel izleterek yorum yaptırırdı. Pek çok bölümden öğrencinin katıldığı ve kampüsün en büyük amfisinde yapılan bir dersti. Kalabalık, zaten utangaç olan beni, daha çok içime kapatırdı. Profesör sormadıkça konuşmazdım. Dersin başında, 3 kitap adı vermiş, “okursanız iyi olur” demişti. İkisini satın alıp okumuştum. Diğeri tamamen aklımdan çıkmışken, son anda bir arkadaşım hatırlatmış, yarım saat içinde kitabın her sayfasına jet hızıyla bakarak sınava girmiştim. Nasıl olduysa, açık farkla, kampüste sınav birincisi olmuştum. Öğrenci panosunda günlerce adım kalmış, tüm soruları yapan bu öğrenciyi pek çok öğrenci merak edip tanımaya gelmişti. Bu dersten böyle bir başarıya ulaşmak beni hem şaşırtmış hem de çok sevindirmişti. Nedense, biraz da utanmıştım. İşte şimdi de böyleyim.

Şaşkın ve mutluyum. İçimde suç işlemişim ve utanmalıymışım gibi bir duygu var.

Bu üçünü taşımak zor. Birinden kurtulmalıyım.

Ersin’i çok seviyorum. Başka erkekle bir yaşam hiç düşünmedim.

“Bu çocuk doğacak Ersin” diye bağırdım. Arabamda yalnızım değil mi? Kimse kendi kendime konuşuyorum diye, bana deli diyemez.

İçim rahat ve karnım aç. Yüreğimden kopan bir kahkaha dolduruyor küçük arabamın içini.

Fırını ile meşhur süpermarketin park yerine giriyorum. Elimle karnımı okşuyorum. “Deniz” diyorum, cinsini bilmediğim bebeğime. İlk kez. “Karnımızı doyuralım, bebeğim. Sonra düşünürüz.”

Arabadan iniyorum ve markete doğru yürürken artık utanç duygumdan eser yok. Tekrar okşuyorum karnımı ve “aferin Deniz” diyorum çocuğuma.

Simitler sıcacık, hellimi dilimletip paketletiyorum ve parasını ödeyerek, tekrar yola çıkıyorum.

Çocuğumun bir adı var artık. Birlikte büyüyeceği bir babası ve kardeşleri olacak mı, bilmiyorum. Ama bunları çok istediğimi biliyorum. Her istediğimizin olmayabileceğini de biliyorum. “Olsun” diyorum, fısıltıyla kendime. Bana düşeni yapacağım. Sadece bana.

Konuşacağım Ersin ile. Sevgimi dile getireceğim. Ben onu sadece sevmiyorum. O benim yoldaşım, eşitim, eşim, kıymetlim. İşe yarar veya yaramaz. Baskı yok. Yardım isterse yanında olacağım, kaçmak isterse, gidecek biliyorum. Engel olmayacağım.

Ailem, arkadaşlarım…

Toplum baskısı?

Kendi kendime konuşuyorum, kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Birileri dışlayacak, Ersin belki çekip gidecek.

Ama birileri beni anlayacak ve yanımda olacak.

Çalıştığım devlet dairesinin otoparkında, yöneticilere ayrılan yerime park ediyorum arabamı. Elimde iştah açıcı kokular yayan kahvaltı paketimle, daireye doğru yürüyorum.

İçeri girerken, kapıdaki görevi arkadaşıma, “günaydın” diyorum neşeyle.

Ama mutluluktan kahkahalar atmak istiyorum.

Sonuç ne olursa olsun, bu bebek doğacak çünkü.