Georges Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri adlı eserinde diyalektik materyalizmle metafizik üzerine konuşurken, metafizikte zihindeki resmin sabit kaldığını, diyalektik materyalizmde ise değişiklik gösterdiğini dile getirir.

   Nitekim ayakkabı denince herkesin aklına bir ayakkabı gelir. Diyalektik materyalizmde ise ayakkabı aşınmıştır, değişime uğramıştır. Politzer, bu bağlamda diyalektik materyalizm ekseninde her şeyin bir değişim içerisinde olduğunu, nesnelerin metafizikteki gibi durağan olmadığını dile getirir.

   Buradan yola çıkıldığında gerçekliğin de değişik yönlerinin olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki gündelik hayatımızda geçerli olan gerçeklikle, şiirsel evrendeki gerçeklik arasında da değişiklik vardır.

Şiirin yeni bir gerçeklik yaratması

 

   Nesnel dünyada geçerli olan tüm kurallar, şiirsel evrende geçerliliğini yitirir. Daha doğrusu şiirin kendi gerçekleri vardır.

   Şiirin gerçekleri, onun diliyle varoluşunu gerçekleştirir. Teorisyenler ve şairler şiir ile konuşma dilini veya düz yazıyı ayırırken “şiir dili” tamlaması üzerinde durur.

   Şiir, konuşma dilinden de düzyazıdan da ayrı bir dil oluşturma çabasıdır. Şair, benzetmeler, cansız varlıklara insana ait özellikler vermeler, seslenmeler gibi edebi sanatlarla; simgeler ve imgelerle farklı bir anlam dünyası yaratır.

   Örnek verecek olursak herkesin hakkında az çok bilgi sahibi olduğu Nâzım Hikmet’in “Hoş geldin Kadınım” şiirinde geçen şu dizelere yer verelim:

“Hoş geldin kadınım benim hoş geldin

 ayağını bastın odama

 kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi

güldün,

güller açıldı penceremin demirlerinde

ağladın,

avuçlarıma döküldü inciler

gönlüm gibi zengin

hürriyet gibi aydınlık oldu odam...”

 

   Bu dizelere baktığımızda nesnel gerçekliğin şiirsel gerçekliğe dönüşümüne şahit oluyoruz. Şairin âşık olduğu kadın odasına adım atmıştır.

   Bu eylem insanı her ne kadar mutlu etse de kişi kendi duygularıyla karşı karşıya kalır. Ancak Nâzım Hikmet, şiirsel bir gerçeklik anlayışından yola çıkarak kırk yıllık betonun sevgilisinin ayaklarının değmesiyle çayır çimene dönüştüğünü, bir cennet bahçesi haline geldiğini ifade eder.

   Sevgilisinin gülüşüyle şairin odasındaki pencerenin demirlerinde güller açar. Sevgili ağladığında ise şairin eline inciler dökülür.

   Görüldüğü gibi gündelik hayatta fizik kurallarına aykırı olan ve diğer bir deyişle nesnel gerçekliği aşan bu durumlar şiirsel gerçekliğe dönüşerek, estetik bir forma bürünmektedir.

   Cemal Süreya’nın ünlü şiiri Üvercinka şiirinden de örnek verilebilir:

“Sayın Tanrıya kalsa seninle yatmak günah daha neler

 Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının

Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde

Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor”

   Bu dizelere baktığımızda şairin âşık olduğu kadının saçlarının canlılığı şiirsel gerçeklikle daha haz verici hale gelir.

   Şair, sevgilisinin saçlarının canlılığını, “Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde / her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor” şeklinde tasvir ederek, sevgilisinin saçının her teline ruh verir.

   Öte yandan şiirin verdiği bu dilsel özgürlüğün abartıldığı durumlar da görülmektedir. Şiirin ne olduğunu anlayan şiir yolculuğundaki kişi metafor ve imgelerin gücünü de keşfeder. Bu güç, dilde gerçekleşen soyutlamalarla meydana gelir.

“Şiirde kendi gerçekliğinle karşılaşmak

   İmge ve metaforlar hem şaire hem okura ayrı bir heyecan verir. Kişi, görünenin içindeki görünmeyen şeyle karşılaşınca aslında kendisiyle karşılaştığı için şaşkınlık yaşar.

   Ancak şair, özgür olduğunu düşünse de aslında özgür değildir. Şiirine karşı bazı sorumlulukları vardır. Bu yüzden aşırı soyut, altı boş imgeler şiirsel gerçekliğin darbe olduğu durumlardır.

   Örneğin Cemal Süreya’nın “Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını” dizesine baktığımızda şairin hüznü bir kuşa benzettiğini ve bu kuşu canıyla, üzülerek beslediğini anlıyoruz. Cemal Süreya’nın bu dizeleri zihinde bir karşılık bulurken, başka kişiler tarafından yazılan bazı imgeler yere düşer düşmez eriyen kar gibi zihinde hiçbir karşılık bulamıyor.

   Örneğin “Ellerindeki kuşların yalnızlığını içen toprak”, “içimdeki karanlığının sessiz gözleri”, kırgın dudaklarımın ayyaş bakışları”, “gölgesiz bedenimin karanlık yakınlığı” gibi ifadeler şiir dilinin yozlaştırılması ve gereken işlevinin dışında bir görevde kullanılmasıdır.

   Şiirin bu şiirsel gerçeklik yönünün unutulması ise kimi zaman yanlış çıkarımlarda bulunulmasına da yol açmaktadır.

   Kişiler, nesnel gerçekliğin etkisi altında kalarak kelimelerin daha çok gerçek anlamları içerisine sıkışarak, şiirsel boyuta ulaşmayı unuturlar.

   Yazdığım bir şiirde geçen “Çıkarıp attım sesimdeki paslanmış platini” dizesini okuyanlar “platin paslanmaz ki” yorumunda bulunmuşlardı. Haklılardı da ancak platinin paslanmaması nesnel dünyanın fizik kurallarına uygundur. Şiirsel gerçeklikte platin paslar, çürür hatta başka bir şekle dönüşür.

   Tüm bunları bir arada düşündüğümüzde nesnel gerçekliğin, nesnel dünyadaki acıların, keyifsiz durumların şiir dilinin işleviyle şiirsel gerçekliğe dönüştüğünü söyleyebiliriz.

   Nesnel gerçekliğin şiirsel gerçekliğe dönüşmesi hem dilde bir yaratıcılık meydana getirirken hem de kişiye haz verir.