Sabaha karşı üç müydü yoksa dört mü, telefonum çaldı. Telefona uzanırken, Salih’in telefonu da çalmaya başladı. Çocuklar spor müsabakası için Adıyaman’da. İkizlerimiz. Acelecidirler böyle. Aynı anda biri beni biri babasını pek çok defa arar. Ama bu saatte? Neden uyuyamadılar diye düşünürken, açtım telefonu. Telefonda, Sahure. Yakın arkadaşım. Bir şeyler söylüyor ama uyku mahmurluğu mu ne anlayamıyorum. Salih de telefonda, kaşları çatık, yüzü içine kapanmış. “Haber var mı, haber var mı…” nakaratını tutturmuş.

      “Ne oluyor, anlamadım ben” diyorum, Sahure’ye. Ama yüreğim yerinden oynayacak gibi.

      Kötü bir şeyler olduğunu anladığım an mı daha erken geldi yoksa Sahure’nin “Adıyaman’da deprem oldu” çığlığı mı, bilmiyorum.

      Salih, “Adıyaman’daki ekibe ulaşamamışlar” diyor. İkimiz de çocuklarımızı arıyoruz, bir umutla. Ben Doğu’yu arıyorum, Salih Batu’yu. Telefonları çalıyor ama alan yok. Antrenörlerini, hocalarını da arıyoruz. Açan yok.

      Defalarca arıyoruz.

      Gün ilerliyor. Gün karanlık ilerliyor. Haberler kötü. Niye mi kötü? Çünkü hiç haber yok. Anladınız mı niye kötü? Zannettiğiniz gibi değil. Kötü haber çabuk gelmiyor artık. İletişim hatları kopuyor, telefonlar çalışmıyor.

      Gitmeliyiz oraya. Çocukların yanına. Bunu sesli söylediğimi, Salih’in yanıtından anlıyorum. “Hemen” diyor bana. “Harekete geçiyorum”.

      Yok. Başaramıyoruz. Ama gideceğiz bir şekilde. Çocukları orada yalnız bırakamayız.

Arkadaşlarının ailelerini arıyoruz. Dostlarımız hepsi. Herkes ayakta. Çocuklardan haber alan yok.

“Yok, bir şey, her şey yolunda” diye bir nakarat tutturmuşum. Salih’in uyarmasıyla kendime geliyorum. “Hey, toparla kendini. Deprem olmuş, çocukların orada. Hatlar kesik.”

Değil mi ya! Hatlar kesik. Bu nedenle telâştayız.  Çocuklarına ulaşamayan her anne baba gibi, küfrediyoruz hatlara, depreme.

      Saatler geçiyor. Hızlı mı yavaş mı sorma bana. Farkında değilim. Birileri bir şeyler anlatıyor. Duymuyorum. Televizyon açık, sadece onu dinliyorum. Ses yok, bilgi yok. Nermin annem –Salih’in annesi- hep siyah giyer. Salih’in en küçük kardeşi beş yaşlarındayken bademcik ameliyatından çıkamamış. Nermin annem, otuzunda bile değilmiş o sırada. Sorasım geliyor ona, “anne fazla siyah elbisen var mı, giymek isterim anne” diyesim var ama bir umut yutuyorum söyleyeceklerimi.

      Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle geliyor Salih. Elinde bir sandviç. Sevdiğim gibi. Sade hellim ve domatesli. “Ye bunu” diyor, tatlı ve emrivaki bir sesle. “Doyur karnını, yola çıkıyoruz. Çocukları almaya gidiyoruz.”

      İştaha ile yiyorum. Ne çok acıkmışım meğerse.

      Sonra sırt çantalarımıza bir şeyler koyuyoruz. Doğu ve Batu ikizler ama aynı şeyleri giymekten hoşlanmazlar. Zevklerine göre birer pantolon, kazak ve spor ayakkabılarını koyuyorum çantama. Salih’in çantasına da antiseptik, yara bandı, antibiyotik, batikon koyduğunu görüyorum. Önlem almayı sever Salih. Koskoca Adıyaman’da ilaç mı yok sanki? Üstelik çocuklar sporcu. İlk yardım konusunda bilgilidirler. Ama ses çıkarmıyorum. Bir an önce yavrularımıza gitmeye odaklıyım.

      İtiş kakışla uçağa zor biniyoruz. Herkes ne kadar da gergin… Oysaki çocukları alıp döneceğiz. Uçak dolu olmamalı yani. Gazetecilerden bazılarını indiriyorlar uçaktan. Her çocuğa ya bir anne ya da baba. Doktorlar da yanımızda. “boşuna aldın onca ilacı” diyesim var Salih’e. Onun yerine, çocukların sevdiği yiyecek bir şeyler alabilirdik, değil mi?

      Yol çok uzun. Bitmek bilmez. Adıyaman’dan çok uzak bir şehre indiriyorlar bizi. Saatler sonra ulaşıyoruz oraya.

      Sadece yığın halinde, iri tümsekler şeklinde ve molozlarla süslenmiş gibi toprak karşılıyor bizi. Kucaklıyorum toprağı. Yüzümü gömüyorum, nefesim kesiliyor ve derin bir nefes alıyorum.

       Ellerim toprakta, kazıyorum, kazıyorum…yavrularımı bulmaya çalışıyorum. Ve buluyorum. Sonsuz uykularında, kucaklamışlar birbirlerini.

       Sırt çantalarımızdaki her şeyi oraya bırakıyoruz. Kurtulabilen başkaları için.

       Yavrularımızı alıp dönüş yoluna geçiyoruz. Uçakta boş yer çok.

      Her tarafım kapkara… Siyah elbiseye ihtiyacım yok artık. Gözyaşlarım ve çığlıklarım içime hapsolmuşlar.