Bugün “Dünya Basın Özgürlüğü Günü” ya, herkes basının özgür olması, düşünce özgürlüğüne saygı gösterilmesi üzerine en güzel sözleri sıralıyor.

   Ancak birçok kişinin söylemleri farklı, beklentileri daha farklı…

   Mantık şu; “Basın özgür olsun ama beni eleştirmesin, bana dokunmasın…”

   Evet, başkalarını eleştirirken, başkalarını gündeme taşırken basına alkış tutanlar, oklar kendisine çevrildiğinde, eleştiriler kendisine yapıldığında aslan kesiliyor ve önceden alkışladığı basını, gazetecileri susturmak için her şeyi yapıyor.

   Bu özel günlerde yapılan açıklamaların çoğunu hiç sevmediğimi, birçoğunu iki yüzlü bulduğumu defalarca yazdım, söyledim.

    Net söylüyorum; ikiyüzlü… Siz basını susturmak için üç- dört tane yasayı gündeme taşıyacak, geçirmekte de ısrar edecek, gazetecilerin eylem yapmasına, sokağa dökülmesine yol açacaksınız, sonra da “Dünya Basın Özgürlüğü Günü” için güzel güzel laflar edeceksiniz… Kim inanır size?

   Siz eleştirilere katlanamayarak, şikayetçi olacak, insanları tutuklatacaksınız, sonra da böyle günlerde kabak doğrayacaksınız…

    Gazetecileri ve aydınları sırf yazdıkları ve söyledikleri nedeniyle ispiyonlayacak, fişletecek, kendi ellerinizle listeler hazırlayıp, kendi vatandaşınızın Türkiye’ye girişlerinin engellenmesi için işbirlikçi olacaksınız ve bana bildiri yayınlayıp basın özgürlüğünden söz edeceksiniz.

    Hade yahu siz de… Samimi olun, hiç olmazsa böyle günlerde açıklama yapmayın…

    Başka neler yapılır? Gazetecilere korku salınmaya çalışılır, hem de çok çeşitli yöntemlerle.
    Basın- yayın organlarının patronlarını rahatsız ederler, yaptığı başka işlerin bozulabileceği iması yaparlar, hatta bazen açıkça bunu söylerler, gazetecileri gammazlarlar, isimlerini verirler.

    “Ona dokunma, bunu eleştirme, aman o konuya sakın girme” telkinleriyle birçok gazeteci neyin haberini yapacağını, neyi yazacağını bilemez hale getiriliyor, bir süre sonra otosansür yapıyor, yazabileceğini de yazamıyor.

     Bazı gazetecilere patronları veya diğer arkadaşları, “Sen yazdıklarınla, söylediklerinle, yaptığın haberlerle tüm kurumu, tüm arkadaşlarını riske atıyorsun” diyerek vicdan yapıyor, kişiye sanki de yazdığı ve söylediğiyle arkadaşlarını işsiz bırakacak, koca bir kurumu yok edecekmiş duygusu aşılanıyor. Vicdan azabı çektirilmek isteniyor…

    Kimse söylemek istemiyor ama medyamızda adı konulmamış bir korku havası var, gazeteciler korkutulmaya çalışılıyor, korku tünelleri oluşturuluyor.

     Satılık kalemler var; bunlar kendi meslektaşlarını hedef alıyor, sanki onlar bu meslekten değilmiş gibi kendi arkadaşlarını yemeye, başkalarına yem yapma derdine düşüyor.

    Korkutulan, susturulan, istenenleri söyleyip, istenenleri yazanlar da basın özgürlüğüne darbe vuruyor maalesef…

    Bazı reklam verenler, bazı şirketler de medyayı esir alıyor, bazı gerçeklerin yazılmasını engelliyor. Bir taraftan bir grup reklam veren, diğer taraftan bazı siyasiler medyanın hep susmasını, suya sabuna dokunmamasını sağlamaya çalışıyor.

     Gazeteler, gazeteciler dava edilerek, mahkemelere taşınarak, yıldırılmaya çalışılıyor. Avukat tutma, mahkeme masraflarını ödeme konusunda çaresiz kalabileceğini, bunu karşılayamayacağını düşünüp, geri adım atan meslektaşlarımız da vardır…

     Gazeteciyi patronuna satma, gammazlama meselesini yıllardır yaşıyoruz. Bir siyasiye demiştim ki, “Bir şikâyetiniz varsa bize söyleyin patrona çıkmayın, patronu aramayın. Neden biliyor musunuz? Çünkü patrona şikâyet etmek, ‘bunu işten çıkar, işine son ver, onu cezalandır’ demektir. Bunu anlayamıyor musunuz?”

     Bana, “Yok, ben öyle bir şey ister miyim hiç?” demişti o siyasi. “Bir gazetecinin cezalandırılmasını istemezsen, onu patronuna şikâyet etmezsin ama bunu yapıyorsunuz. Ben siyasilerin isteğiyle görevine son verilen, personel ve köşe yazarı gördüm, bizzat yaşadım…" dedim ona...

      Hade size bu patrona satma meselesiyle ilgili yaşadığım ilginç bir anımı anlatayım…

      Yanılmıyorsam 2016 yılıydı, hatırlayacaksınız, o yıl, KKTC de Türkiye gibi tek saat uygulamasını sürdürmüş, saatlerde düzenleme olmadığı için çocuklar okula karanlıkta gitmek zorunda kalmıştı, büyük tartışmalar yaşanmıştı. O günlerde Girne dağ yolunda meydana gelen ölümü trafik kazasına değişmeyen saat uygulamasının yol açtığına inanılmıştı.

      O günlerde bir hükümet yetkilisini, AB’ye uyumlu saatin uygulanmaması eleştirileri karşısında “Papazın saatini mi istiyorsunuz?” şeklinde konuşma yapması nedeniyle köşe yazımda, “Bu sözler kahve konuşması bile olmaz” diye eşleştirmiştim.

     Kıbrıs Gazetesi sahibi Asil Nadir ile bir toplantı anındayken, bu yetkili kişi onu aradı ve beni şikâyet etmeye başladı. Asil Bey, yaklaşık 6- 7 dakika onu dinledikten sonra “Şikâyet ettiğin adam yanımdadır, al kendisine söyle” deyip cep telefonunu bana uzatmıştı.

     Telefonu aldım, “alo” dedim bir sessizlik oldu. O da ben de ne diyeceğimizi bilemedik. “Merhaba Ali Bey” diyebildi, utangaç bir sesle. Ben de “Odama gidip sizi oradan arayacağım” dedim ve telefonu kapattım. Odama gidip o yetkiliyi arayarak, “Keşke direkt beni arasaydınız, bakın nasıl bir duruma düştük” dedim.

    “Amacım sizi şikâyet etmek değildi, yazınız beni rencide etti, o nedenle Asil Beyi aradım” dedi, yaptığı normal bir şeymiş gibi…

    Kurumlarda bu şikayetler her zaman böyle zararsız bitmez, bu satışlar; sert tartışmalara neden olur, kişinin işten çıkarılmasına veya yaşanan tartışmadan dolayı istifasına yol açar…

    Medyayı baskı altına almak, pasifleştirmek için her şey deneniyor. Yetmiyor bunun için yasalar yapılmak isteniyor. Yani anlayacağınız bazılarının zannettiği gibi basın mahallesinde her şey güllük gülistanlık değil, tam tersine sorunlar, sıkıntılar, baskılarla dolu. Kimse bizimle dalga geçmesin… Diyeceğim o ki; mücadele etmek, direnmek gerekiyor...