Öncelikle depremde kaybettiğimiz canlar için başta aileleri olmak üzere hepimizin başı sağ olsun dileklerimi ifade etmek istiyorum. Bu makalenin yaşadığımız acının tesiriyle kimseyi suçlamak diye bir...

Öncelikle depremde kaybettiğimiz canlar için başta aileleri olmak üzere hepimizin başı sağ olsun dileklerimi ifade etmek istiyorum. Bu makalenin yaşadığımız acının tesiriyle kimseyi suçlamak diye bir amacı bulunmamaktadır. Ancak, bir akademisyen olarak sorunlara/ olgulara objektif, nesnel ve bilimsel yaklaşmak durumundayım. Türkiye’deki tartışmalardan da anlaşılacağı gibi deprem ve benzeri felaketler sonrası proaktif-reaktif yaklaşımlar ile risk ve kriz yönetimleri popüler gündemi oluşturmaktadır. Modern refah ülkeleri şeffaflığa ve hesap verebilirliğe dayanan kurumsal yönetişim ilkellerine sıkı sıkıya bağlı olduklarından proaktif anlayışla risk ve krizleri yönetimi sergilerler ve deprem gibi doğal afetlerden minimum seviyede etkilenirler. Proaktif anlayışla yönetilmeyen bizim gibi ülkeler ise beceriksizliklerini ve kifayetsizliklerini gölgelemek için olayı kaderciliğe ve fıtrata havale ederler. Ancak, din kisvesi altında sorumluluktan kaçanlara “Tevekkül” kavramını hatırlatmak istiyorum. Tevekkül, bir kimsenin bir olay karşısında elinden geleni yaptıktan sonra Allah'a (C.C) kayıtsız, şartsız teslim olması ve kaderine razı gelmesi anlamına gelmektedir. Bir diğer söyleyişle kişinin hedefe ulaşmak için maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan sonra Allah' dayanıp, güvenmesi ve işin sonrasını Allah'ın takdirine bırakmasıdır (www.sabah.com.tr). Yukarıdan da anlaşıldığı gibi; dinimizde herhangi bil olay karşısında elimizden geleni yaptıktan sonra Allaha dayanmamız ve güvenmemiz gerekmektedir. Bu çerçevede; hem dini hem de bilimsel açıdan yapmamız gereken refah ülkeleri gibi proaktif yönetim yaklaşımını benimsemektir. Deprem özelinde düşünüldüğünde; proaktif yaklaşım olası deprem öncesi risk yönetimi ve depremin gerçekleşmesi halinde kriz yönetimidir. Bunun için ise rehberimiz Japonya gibi iyi uygulama örnekleri olmalıdır. Büyüklüğü 9’u aşan depremler için Japonya’da dayanıklı binaların yapılması riski azaltmak ve yönetmek için en dikkati çeken örnektir. Depremin gerçekleşmesi durumunda ise en hayati konu kriz yönetimidir. Kriz yönetimi, krizi oluşturan olayları/durumları belirlemeyi, incelemeyi ve tahmin etmeyi ve bir organizasyonun krizi önlemesini veya krizle başa çıkmasını sağlayacak belirli yol ve yöntemleri ortaya koymayı amaçlayan bir dizi işlem veya süreçtir. Başka bir deyişle, gerçekleşme ihtimali olan veya gerçekleşmekte olan bir krizi tahmin etmek, önlemek ve/veya çözmek için kullanılması gereken kaynakları belirlemek, elde etmek ve planlamak için alınacak önlemlerdir (www.ktu.edu.tr). Kriz yönetiminde geçen her dakika önem arz etmekte ve bedeli ağır olabilmektedir. Bunun için insan kaynağını ve lojistiği en verimli şekilde kullanmak üzere en kısa sürede karar verilmeli ve eyleme geçilmelidir.  İşte bu noktada üzülerek belirtmek isterim ki; bugüne kadar siyasi rüşvet ve nepotik ilişkilere göre atanan yurt dışı temsilcilerin temel performans göstergesi “kriz durumunda gerekli irtibatı kurup insan kaynağını ve lojistiği derhal harekete geçirebilecek organizasyonu yapabilme ehliyetine mücehhez olmak” olmalıydı. Sonuç olarak; yaşadığımız acının tesiriyle kişi, kurum ve hatta hükümeti suçlamak veya günah keçisi göstermek gibi bir amacımız kesinlikle yoktur. Zira mesele geçmiş hükümetler veya bugünkü hükümetten öte sistem sorunudur. KKTC’de geçmişte ve halen olduğu gibi ülke yönetimi patronaj sisteminin esareti altında olduğu için sistemin hegemonları fincancı katırlarını ürkütebilecek proaktif anlayışla risk ve kriz yönetimine ilişkin kararlar almak nerede ise imkânsız olacaktır.