Rumların yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Lübnan ile geçtiğimiz gün Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması imzalaması, hem KKTC Cumhurbaşkanı hem de Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı.

Tabii bu son anlaşma, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’deki ilk hamlesi olmadığı gibi son hamlesi de olmayacak gibi görünüyor. Zira Kıbrıs Cumhuriyeti, 2000’li yılların başından itibaren Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan bazı devletlerle, gerek Kıbrıslı Türkleri gerekse Türkiye’yi dışlayarak ikili deniz yetki alanı anlaşmaları yapmaktadır.

Örneğin Kıbrıs Cumhuriyeti bu çerçevede 2003 yılında Mısır, 2010’da İsrail ve 2025 yılında Lübnan ile MEB anlaşması imzaladı.

Lübnan ile Kıbrıs arasında 2007 yılında prensipte bir MEB mutabakatı imzalanmış, ancak Hizbullah’ın siyasal sistemdeki ağırlığından dolayı parlamentodan geçirilememişti. Fakat son bir yılda siyasal dengelerin Lübnan’da değişmesi ve ülkenin Batı’ya yaklaşması sonucunda, anlaşılan Kıbrıs Cumhuriyeti bunu bir fırsata çevirmiştir.

Lübnan–Kıbrıs anlaşmasını KKTC Cumhurbaşkanı Tufan Erhürman, ‘Adanın iki eşit sahibinden ve adada egemenlik haklarına sahip iki kurucu ortaktan biri olan Kıbrıslı Türklerin iradesinin dahil olmadığı bir anlaşma’ olarak niteledi ve Kıbrıslı Türklerin müzakere masasında bekletilmesinin adil olmadığını, çözüme de hizmet etmeyeceğini öne sürdü.

Keza Türkiye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli de Rum yönetiminin Kıbrıslı Türkleri ve adanın bütününü temsil etmediğini, bu tür tasarruflarda bulunma yetkisinin de bulunmadığını belirterek söz konusu anlaşma girişimini protesto etti.

Bu ve benzeri MEB veya askerî anlaşmalar hem Kıbrıslı Türkler hem de Türkiye tarafından tehdit olarak algılanmakta ve hak ihlali olarak değerlendirilmektedir. Rum liderliği bu tür anlaşmalarla Doğu Akdeniz’deki manevra alanını ve stratejik konumunu giderek artırırken, Kıbrıslı Türkler ve Türkiye enerji projelerinden açıkça dışlanmaktadır.

Dahası, Rumların tekelindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Yunanistan, İsrail, Mısır ve Lübnan ile yapmış olduğu bölgesel ittifaklar, Türkiye’ye karşı bir blok oluşturarak Doğu Akdeniz’deki konumunu zayıflatma riski taşımaktadır.

Ayrıca Güney Kıbrıs’ın, Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin haklarının ihlali pahasına tek taraflı olarak kendi ulusal çıkarlarını maksimize etme yönündeki eylemleri, elbette Kıbrıs sorununun çözümüne de katkıda bulunmaz.

Ancak bilmeliyiz ki eğer müzakere masası dışında da bir hayat olduğunu kabul ediyorsak, Güney Kıbrıs bütün dünya tarafından tanınan bir devlet olduğu sürece bu tür anlaşmalar yaparak kendi hak ve çıkarlarını korumaya çalışacaktır.

Aynı şekilde KKTC de Kıbrıs’ın kuzeyinde, güneydeki yönetimin iradesini sormaksızın veya sahiplerinin onayını almaksızın, örneğin Rum malları üzerindeki tasarruflarına devam edecektir.

Bütün bu işlem ve eylemler, adanın ortak sahipleri olan gerek Kıbrıslı Türklerin gerekse Rumların haklarının ihlalini beraberinde getirmektedir. Kıbrıslı Türkler de Rumlar da bilmelidir ki Kıbrıs sorunu devam ettiği sürece karşılıklı hak ihlalleri de devam edecektir.

Bütün bu hak ihlallerine son vermenin yolu, Kıbrıs sorunu konusunda iki toplumlu ve iki bölgeli federasyon temelinde bir çözüme ulaşmak değil midir?

Zira iki ayrı devlet üzerinden atılan adımların toplumların birbirlerinin aleyhine şekillenmesi ve gerginlik yaratması kaçınılmazdır. Bunu tarihsel olarak yeterince deneyimlemedik mi?

Oysa her iki toplumun eşit kurucu ortak olduğu federal bir yapıda, gerek iç işlerine gerekse dış işlerine ilişkin atılacak her adımda, her iki toplumun ortak çıkarları gözetilmek zorunda değil midir?

Böylesi bir çözüm, Türkiye açısından da birtakım avantajlar yaratabilir. Kıbrıslı Türklerin federasyonun eşit ortağı olduğu bir yapıda Türkiye de bugün Doğu Akdeniz’de dışlandığı enerji projelerine dahil olabilecektir.

Ayrıca Türkiye–AB ilişkilerinde de birtakım imkânlar oluşabilecektir. Örneğin Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, vize serbestisi ve ekonomik entegrasyon gibi Türkiye’nin beklentilerinin, Kıbrıs sorununun çözümüne katkı yapması karşılığında karşılanması daha kolay olabilecektir.

Sonuçta bugün yaşadığımız birçok hak ihlalinin ve gerilimin temelinde, büyük ölçüde Kıbrıs sorununun kronikleşmesi yatmaktadır. Bununla birlikte bütün bu sorunları çözmenin anahtarı da Kıbrıs sorununun çözümü değil midir?