Şiddet dili, fiziksel şiddete potansiyel olarak yol açabileceği gibi, esasen onun ötesinde insanların psikolojik olarak baskı altına alınarak denetlenmesinde bir araç olarak kullanılmaktadır.

Küçük düşürücü, aşağılayıcı, tehdit edici, nefret içeren, ayrıştırıcı, dışlayıcı, korkutmaya veya sindirmeye dönük her türlü söz, şiddet dilinin bir parçası olarak iş görmektedir.

İnternet kullanımının ve iletişim teknolojilerinin küresel kullanımı ile birlikte, şiddet dili de özellikle dijital platformlarda giderek artış gösterdi.

insanlar anonimlik hissiyle, sansasyonel paylaşımlar yapma, tıklanma veya daha çok ‘like’lanma gibi motivasyonlarla kolaylıkla şiddet diline savrulabiliyor.

Kıbrıslı Türkler bir süreden beri inançlarından ve laik yaşam tarzlarından dolayı, Türkiye’deki mütedeyyin-muhafazakâr kesimden olduğu anlaşılan ve kamu görevinde bulunan bazı kişilerin, sözel şiddetine maruz kalmaktadırlar.

Özellikle ‘başörtüsü krizi’ bağlamında eğitim sendikalarının öncülüğünde başlayan eylemler karşısında, sendika yöneticileri üzerinden Kıbrıslı Türklerin kimliğine yönelik tehdit içeren dışlayıcı ve ayrıştırıcı ilk nefret söylemi, KKTC’ye din görevinde bulunmak üzere gelen Hamitköy Camii imâmından geldi.

Reşit olmayan kız çocukların başörtüsüyle okula gitmesini, laikliğe aykırı gören kesimlere yönelik olarak imâm, kişisel sosyal medyasında şu sözleri paylaşmıştı:

“Benim dinime hakaret eden, devleti bile okula sokmayan bu zihniyeti öldüğü vakit ben de camiye sokmayacağım. Selasını vermeyeceğim. Cenaze namazını kıldırmayacağım. Açıkça söylüyorum, başörtüsüne karşı gelen kafirdir. Kafirin cenaze namazı kılınmaz"

İmamın, yukarıdaki manidar sözleri birkaç açıdan sorunludur:

Birincisi, laik yaşam tarzını benimseyen başta öğretmenler olmak üzere Kıbrıslı Türkleri, din karşıtı bir zihniyet olarak ayrı bir cepheye ayrıştırıyor.

İkincisi, küçük kız çocuklarının okula başörtüsüyle gitmelerine karşı olmayı, dine hakaret olarak tahrif ediyor.

Üçüncüsü, İslam dininin barışçı ve kucaklayıcı teolojik içeriğinden boşaltarak, başörtüsünü savunmayan Müslümanları camiye sokmama, selasını vermeme ve cenaze namazını kıldırmama tehdidiyle dışlıyor.

Dördüncüsü ise çocukları başörtüsüyle okula alınmamalarını savunanları, genel olarak başörtüsü karşıtlığıyla konumlandırıp, Müslüman olmayanlar için aşağılayıcı bir sözcük olan kafirlikle damgalıyor.

Toplumda infiale neden olan bu sözler üzerine KKTC Başbakanı, sözkonusu imâmı görevinden geçici olarak uzaklaştırarak, disiplin soruşturması başlattı.

Türkiye’deki bazı mütedeyyin medya kuruluşları ise bu olayı, imâmın başörtüsünü savunduğundan dolayı görevden alındığı şeklinde tahrif ederek haberleştiler.

Bunun üzerine Türkiye Cumhurbaşkanı’nın başdanışmanı ise KKTC Başbakanı’na hakaretamiz sözler sarf ederek, Kıbrıslı Türkleri Rum’luk ile damgaladı.

Başdanışman kişisel Twitter hesabı üzerinden, KKTC Başbakanı’nın görevden alma ile ilgili Meclis’te yapmış olduğu konuşmasından bir bölümü Yeni Şafak medya kuruluşunun paylaşımını yeniden paylaşarak şunları yazdı:

“KKTC’nin Boşbakanı, hoş konuşmamış boş konuşmuş. İmam efendi, başörtüsü düşmanlığı mı yapmalıymış…Yazık çok yazık, şu Kıbrıs’ı bir türlü Rum’luktan kurtaramadık.”

Başdanışman’ın yukarıdaki söylemi de şiddet dilini devreye sokarak, şunları ima etmektedir:

Birincisi, KKTC’nin en üst düzeyde seçilmiş bir kişi, TC’nin üst düzey bir makamına atanmış bir kişi olarak “boşbakan” lakabıyla alaycı bir biçimde hakaret etmekte ve KKTC Başbakanı’nı küçük düşürmektedir.

İkincisi, “hoş konuşmamış, boş konuşmuş” sözleriyle Başbakan’ın düşünceleri değersizleştirilmekte ve gayrimeşrulaştırmaktadır.

Üçüncüsü, “imâm efendi” ve “başörtüsü düşmanlığı” arasında bir karşıtlık kurularak, dini otoriteye saygı ifadesi olarak “efendi” sözcüğüyle destek verilmiş, imâmın söylediklerine karşı olanlar ise başörtüsü karşıtları olarak konumlandırılarak dini söylem üzerinden kutuplaşma yaratılmaktadır.

Dördüncüsü ise “çok yazık” sözcüğüyle tarihsel bir hayalkırıklığı ifade edilerek, “Kıbrıs’ı bir türlü Rum’luktan kurtaramadık” sözleriyle Kıbrıslı Türkler, öteki olarak görülen Rumlar ile aynılaştırılarak kendi kimliğini ve kültürünü kaybettiği ima edilmektedir.

Ayrıca “kurtarılma” sözcüğüne atıfla, bir yandan 1974 yılındaki Türkiye’nin Kıbrıslı Türkleri kurtarma mitine gönderme yapılmakta, diğer yandan da başörtüsü karşıtlığına ilişkin Türkiye’den gelebilecek siyasal müdahaleye de meşru bir zemin yaratılmaktadır.

İster imâmdan isterse papazdan gelsin, kimden ve nereden gelirse gelsin, şiddet dilinin kullanılması taraflar arasındaki ilişkileri zehirlemekte ve geleceğe yönelik önyargıların oluşmasına hizmet etmektedir.

Başörtüsü krizi olarak başlayan sorunun artçı etkilerini hâlâ yaşamaya devam ediyoruz. Gerek cami imâmı gerekse Cumhurbaşkanı başdanışmanının sarf ettikleri sözler, tarihsel olarak güçlü bağlara sahip olan Türkiye ile Kıbrıslı Türkler arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine ve zarar görmesine yol açabilir.

Kardeş ülkeler olarak anılan Orta Asya devletleri tarafından KKTC’nin yok sayılması ve dışlanmasından sonra ortaya çıkan hayal kırıklığı ve moral bozukluğunun üzerine, bir de KKTC Başbakanı’nın şahsında Kıbrıslı Türklerin, Türkiye’de atanmış bir bürokrat tarafından aşağılanması, küçük düşürülmesi ve dışlanması, sadece TC tarafından tanınan KKTC’nin statüsünü ayaklar altına almaz mı?

TC ve KKTC Kıbrıs sorununda iki devletlilik politikası çerçevesinde uluslararası toplumdan KKTC’nin egemen eşitliğini kabul etmelerini beklerken, TC’den bir kamu görevlisinin KKTC’nin iç egemenliğini çiğnemesi ironik değil mi?

Öte yandan bütün bu gerginliklerin ve şiddet dilinin Kıbrıs Türk toplumunda yarattığı olumsuz duygu ve düşüncelerin yanı sıra, toplumsal dayanışmayı artırdığını da kaydetmek gerekir.

O kadar ki siyasal yelpazenin sağ ve solunda yer alan siyasal partilerin tabanları ve toplumsal kesimler, başörtüsü krizi ve şiddet dili karşısında algıladıkları ortak tehdit, onları belki de hiç olmadığı kadar yakınlaştırmış ve siyasal ayrılıklarını geriye atarak, ortak toplumsal kimlik şemsiyesi altında birleştirmiştir.