Sanatın verdiği hazzı düşündüğümde, zihnimin odalarında “Sanat olmasaydı insanın hayatında nasıl bir eksiklik olurdu” sorusu dolanmaya başlıyor.

  Bu soruya diğer bir açıdan bakıldığında ise insan hayatında sanatın olmamasının, insanların estetik yaklaşımlardan yoksun olmasının insanın varoluşuna aykırı olduğu söylenebilir.

   Öyle ki filozoflar insanı tanımlarken insanın düşünen, sorgulayan, araştıran, sosyal olan, isyan eden, seven bir hayvan olduğuna işaret etmektedir. Bana göre bu tanımlara bir sıfat daha eklenmelidir: İnsan her şeyden önce üreten, yaratıcılığa sahip olan bir varlıktır.

 

“Çocuklardaki sanatsal yön”

 

   İnsanın varoluşundaki sanatsal yön bağlamında çocukları aklımıza getirdiğimizde ilk olarak onların hayal gücünün ne kadar geniş olduğunu hatırlarız.

   Çocukların zihninde nesnel gerçekliğin dayattığı sınırlar yoktur. Çocuklar bu yüzden çizgi film, masal ve sinema filmlerindeki olağanüstü olayları zevkle izlemektedir. Özellikle Örümcek Adam, Süperman gibi filmlerin de en çok çocuklar tarafından sevilmesi çocukların nesnel kaygılardan uzak olduğunun bir kanıtı niteliğindedir.

   Hayal gücünün ve yaratıcılığının herhangi bir sınırı olmayan çocuklar, hayata başka bir gözle bakmaktadır. Onlar, bulutlara, gölgelere bakarken onları olağanüstü unsurlarla tanımlamaktadır.

   Bir çocuk, bulutların veya gölgelerin bir ejderhaya, uçan bir halıya veya başka bir yaratığa benzediğini söyleyebilir.

   Görüldüğü gibi insanın hayatının başları olan çocukluk dönemlerinde yaratıcılığın önemli bir yeri vardır. Bu yüzden insan düşünen, sorgulayan, isyan eden bir varlık olmasının yanı sıra üreten, yaratan, gerçekliği hayal gücüyle şekillendiren bir varlıktır, diyebiliriz.

Sanat ile yaşam arasındaki organik bağ

   İnsan, kodlarla değil yaratıcılıkla iletişim kurmaktadır. Kişi, kendisine bir soru yönelttiğinde veya bir şey üzerine düşündüğünde diğer kavramlarla, birikimiyle, mevcut koşullarla bağlantılar kurmakta ve öyle bir cevap vermektedir. Bu özellik de insanın üretken bir varlık olduğunu gösterecek niteliktedir.

   Yukarıda dile getirilen unsurlara da bakıldığında insanın doğası gereği yaratmaktan, üretmekten, ifade etmekten yoksun bir varlık olamayacağı söylenebilir.

   Buradan yola çıkıldığında sanatın olmadığı bir hayatın insanın olmadığı bir hayatla aynı şey olduğunu düşünüyorum.

   İnsan türü hayatı boyunca kendini ifade etmek, anlatmak, nesnel gerçekliği dönüştürmek yönünde eylemlerde bulunmuştur.

   İlk çağlardaki insanlar mağara duvarlarına resimler çizerek duygularını, düşüncelerini ifade etmiştir. Günümüzde, çocukların sokaklardaki veya evlerdeki duvarlara yazı yazması, duvarlara yazı yazılmasının profesyonel teknikler kullanılarak grafiti sanatını oluşturması mağara duvarlarına yapılan resimlerin devamı olarak düşünülebilir.

   Arkeologların kazılar sonucunda elde ettiği nesnelere bakıldığında birçok nesnede resimlerin, çizimlerin bulunduğu dikkat çekmektedir. O insanların bu nesnelere yaptığı resimlerin amacını düşünüldüğünde de bir anlatma ihtiyacının söz konusu olduğunu düşünmemiz mümkündür.

   Yazının olmadığı, sözlü dönemin yaşandığı Orta Asya Türk toplumlarına bakıldığında da mani, tekerleme, ninni, ağıt ve masal gibi anlatı türlerini yarattıkları gözlemlenmektedir.

   Yazma, anlatma, kendini ifade etme yani üretmenin insan hayatında olamayacağının bir diğer örneğini de Sait Faik’in Haritada Bir Nokta adlı öyküsünde görmekteyiz.

   Yazmanın bir hırs olduğunu, hayatında hırs gibi kötü bir duyguyu istemediği için yazmayı bırakmaya karar verdiğini dile getiren Sait Faik, bu durumu öyküsünde şöyle dile getirmektedir:

   “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka neydi? Burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”

 

 

 

Sanatın nesnel gerçekliği değiştirmesi

   Sanatın en ayırt edici özelliğinin gerçekliği değiştirmesi, önündeki malzemenin kişinin yaratıcılığıyla farklı bir biçime bürünmesidir.

   Şiir sanatında gündelik hayatta tek işlevi iletişim kurmak olan sıradan dilin edebî sanatlar, imgeler, simgeler ve metaforlarla alışılmamış bağdaştırmalarla değiştirilmesi dikkat çekmektedir.

   Müziğe baktığımızda doğada, insanda ve bunun gibi birçok yerde bulunan seslerin estetik bir zevk verecek şekilde sıralanması söz konusudur.

   Fotoğraf sanatında bir nesnenin, manzaranın olduğu gibi kopyalanmasından öte bu malzemelere farklı bir bakış açısıyla yaklaşılır. Örneğin fotoğraf yoluyla bir kapıyı olduğu gibi kopyalayabileceğiniz gibi o kapıya farklı kompozisyonlardan yaklaşarak, alan derinliği de katarak kapıyı mevcut görüntüsünden başka görüntüye çevirmeniz mümkündür.

   Tüm bu unsurları düşündüğümüzde sanatın insanın hayatında zorunlu olarak bulunduğunu, insanların doğası gereği anlatma, kendini ifade etme, üretme ve yaratıcılığına bağlı olarak eylemlerde bulunma özelliklerinin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.