Hayatın modernleşmesiyle birlikte bir kültürel gelişimin de ortaya çıkması gerekirken içinde bulunduğumuz çağın bu gelişime genellikle darbe vurduğunu düşünüyorum.

   Çünkü şu an içerisinde bulunduğumuz çağ insana düşünmesi, hayatı yorumlaması, dünyaya başka bir pencereden bakması için gereken zamanı ve varoluş nedenini ne yazık ki sunmuyor.

   Yolda yürürken, başımızı kaşırken, arabayla giderken, kuşları seyrederken veya esnerken yarattığımız müzik, gündelik telaşlarımızın gürültüsü arasında kendine bir varlık alanı bulamıyor.

   Adımlarımızın sesi, birilerini alkışlarken ortaya çıkardığı ritim, başımızı sağa sola sallarken baş dönmesiyle birlikte beliren uğultu, sesin ve sesle birlikte müziğin hayatımızın her noktasında bulunduğunun en belirgin göstergesidir.

   Hayatımızın özünde yer alan bu ses ve müzik ilişkisi özellikle şiirde kendine önemli bir yer bulmaktadır. Öyle ki şiirin ilk ortaya çıktığı çağlara bakıldığında sözle birlikte müzik aletlerinin kullanıldığı görülmektedir.

Sözlü kültürün egemen olduğu dönemlerden itibaren şiir ile müzik birbirini tamamlayan unsurlar olarak karşımıza çıkmıştır.

   İslamiyet’ten önceki Orta Asya Türk toplumunda şiirlerin kopuz adı verilen çalgı aletiyle söylenmesi de buna yerinde bir örnek olacaktır.

   Müzik görsel sanatları olduğu kadar şiiri de besleyen önemli bir disiplin olarak kendini gösterir. Orhan Veli, her ne kadar Garip’in ön sözünde müziği ve resmi şiirden atmak istese de müziğin etkisi şiir için önemli bir yere sahip olmaya devam etmiştir.

Şiirsel dil ile birlikte müziğin şiirdeki öneminin bir diğer güzel örneği ise türkülerdir. Herkes, gerek çalışırken, gerek arabada giderken, gerekse de başka bir işle uğraşırken şarkılar mırıldanan, türküler söyleyen, ya da “Şu şarkı da dilime takıldı” diyen kişilerle mutlaka karşılaşmıştır.

Kişinin aklında, okuduğu kitapta geçen bir cümle, özlü söz veya paragraf değil de müzikle şiirin birleşiminden oluşan bir varlığın kalması müzik ile şiirin ne kadar ayrılmaz bir bütün olduğunu gözler önüne sermektedir.

   Şiirde müziğin yerini biraz daha derinlere inerek ele alacak olursak her şairin kendine özgü bir müzik yarattığı kanısındayım.

   Şiirde kelimelerin yan yana gelmesi, kelimelerin ve seslerin tekrarlanması şiire bir ritim kazandırır. Ancak bu kelimelerin yan yana gelmesiyle ve dizelerin uzunluğu kısalığıyla elde edilen müzik her şairde farklılık gösterir. Çünkü bu müziğin oluşumu şairin içindeki müziği bulmasıyla yakından ilişkilidir.

   Şair, gündelik hayatta sadece kulağıyla değil ruhuyla da duyduğu ve bilinçaltında sakladığı sesleri şiiriyle gün ışığına çıkarır.

Şiirlerde müzikalitenin işlevi

 

   Şiirle ile müzik arasındaki bu varoluşsal ilişki, yazılı olan şiirlerde de kendini göstermektedir. Türk(çe) şiiri üzerinden gidildiğinde Tanzimat Dönemi’yle Batılı bir yol izleyen şiirin Servet-i Fünun şairlerinin yenilikçi girişimiyle teknik açıdan önemli bir atılım yaptığını söyleyebiliriz.

   Geleneğe başkaldırarak şiirde yenilikler arayan bu şairler şiirle resmin ve müziğin inceliklerini görünür kılmıştır.

  Öyle ki Tevfik Fikret'in “Yağmur” şiirine bakıldığında anlamla sesin bütünleşerek yağmurun yağışını müzikle duyurduğunu görürüz. Şair, kelimeleri öyle bir dizer ki yağmur yağarken çıkan “tıp tıp” yansıma sesleri şiirde de kendini duyurur:

“Küçük, muttarid, muhteriz darbeler

Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz

Olur dembedem nevha-ger, nagme-saz

Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz

Küçük, muttarid, muhteriz darbeler...”

 

   Yukarıdaki dizelerde görüldüğü gibi “küçük, muttarid, muhteriz darbeler” dizesi virgüllerde durularak okunduğunda, okur sanki yağmur yağıyormuş hissine kapılmaktadır. Şair şiirde anlamla müziği birleştirerek müziğin önemine dikkat çekmiştir.

  Cemal Süreya’nın “Ülke” şiirine bakıldığında ise şiirde müzikalitenin nasıl bir etkiye sahip olduğu hissedilmektedir:

 “Saat Çini vurdu birden: pirinççç

Ben gittim bembeyaz uykusuzluktan

Kasketimi eğip üstüne acılarımın

Sen yüzüne sürgün olduğum kadın

Karanlık her sokaktaydın gizli her köşedeydin

Bir çocuk boyuna bir suyu söylerdi. Mavi.

Bir takım genç anneleri uzatırdı bir keman

Sen tutar kendini incecik sevdirirdin

Bir umuttun bir misillemeydin yalnızlığa”

 

  Yukarıdaki dizelere bakıldığında /ç/, /n/ , /d/,/ /k/ gibi seslerin tekrarlanmasıyla (aliterasyon) oluşan müzikalite; dize sonlarındaki “-din” ekleri şiire ahenk kazandırırken; okurun bu şiiri okurken farklı hisler içerisine girdiğini söyleyebiliriz.

   “Sen yüzüne sürgün olduğum kadın” dizesinde bile “yüze sürgün olmak” bağdaştırmasıyla birlikte şiirsel bir tonu söz konusudur.

  Edip Cansever’in ünlü şiirlerinden olan “Sevda bir ateş buldu sende” dizesiyle başlayan şiire baktığımızda da müzikaliteyle karşılaşılmaktadır:

“Sevda bir ateş buldu sende, eğilip öptü seni

Artık kimse denizi bilmiyor.

Dirseklerini masaya koyuşundan belli

Gelip geçen bir günü bitirmek istemediğini

Sevda bir umut buldu sende.”

 

   Bu şiire de yapısal olarak bakıldığında özellikle patlamalı bir ses olan /p/’nin ilk dizede yer alması okurda heyecan uyandırır. Şiirdeki soyut ifadelerin müzikle birleşmesiyle şiirin etkisi daha da güçlü bir hale gelmiştir.

   “Buldu”, “öptü” eylemlerinin ilk dizede yer alması da yarattıkları ses benzerlikleriyle şiire güç katmıştır.

   Yukarıda verilen şiir bölümünün son dizesinde “Sevda bir umut buldu sende” ifadesi de kelime tekrarları ve umut kelimesinin yer almasıyla şiire müzikalite açısından renk katmıştır.

   Tüm bu unsurları düşündüğümüzde müziğin tüm insanların hayatında gündelik telaşlarda fark edilmese de zorunlu olarak yer aldığını dile getirebiliriz.

    Şiir ile gündelik hayatının ilişkisinin en önemli örneği ise şiirde müziğin yadsınamaz yeridir. Şiire bu açıdan bakıldığında her şiirin içerisinde şairin ruhundaki ritmi taşıdığı kanısındayım. İçindeki müziği keşfeden veya içindeki müziğe anlam veren şair, bu anlamı şiirine de yansıtmaktadır.