Her sabah “dünü” hatırlayarak “durun bakalım bugün ne olacak” sorusuna veremediğimiz cevaplarda aslında günleri değil, geçen yılları yaşıyoruz!
Çok uzun ve hâlâ devam eden bir siyasi çözümsüzlük ve bu çözümsüzlüğe karşın vermeye çalıştığımız “var olma” uğraşı..
GEÇEN yılların tozlu sisli hatıralarında kalsa da aslında “hayat” budur. Ki fi tarihinin divan edebiyatı şairi Fuzuli bile bakıp bakıp su gibi akıp giden hayatına, “dehr bir pazardır herkes metaın arzeder, ehli dünya simü zer ehli hüner fazlı kemal” dediydi..
YANİ NE? Demek istediydi ki “dünya bir pazar yeridir.” “Kimileri mallarını, ürünlerini marifetlerini sergiler.. Kimileri hünerlerini bilgilerini satar..”
Fi tarihinde de Nasrettin Hoca satmak için koltuğunun altına sıkıştırdığı hindisini pazara götürür. Bir müşteri fiyatı karşısında şaşırır, “ama çok pahalı değil mi hoca efendi” der.. Hoca yandaki tezgâhta baskın pahaya satılık papağanı gösterir “o bir avuçluk kuş benim şu koca hindimden çok daha pahalı ama” deyince müşteri, “ama hoca efendi o konuşur” der.. Hoca başı yerde sokulu hindisini gösterip “Eee bu da düşünür” cevabını verir!
Şair de “neler yapmadık bu vatan için, kimimiz öldük kimimiz nutuk attık” demedi miydi?
***
YENİ BİR HAFTAYA başlıyoruz. Yıllardır öyle geldi böyle gidiyor.. Ben buna “takvimlerle bölünmüş hayatlar” derim.. Tek bir insanın bile dışta bırakılmadığı bir dünyasal ve doğasal sistemin kendine özgü düzen ve kurallarında doğumla ölüm arası “yaşamlar” işte! Sonunda bir toprak yığınının altındaki başucunuza bir tahta parçası dikip üzerine şöyle yazarlar: “Baki kalan bu gök kubbede Allah’tır!”
Allah ise artık insanlığın çaresizlikte hatırlanıp sığındığıdır.. Buna karşın yine de “Allah kabul etsin” deriz ya! Şüphelidir!
HER NEYSE dinler düşüncelerdeki mistisizmi de aştıklarında ya “put” olurlar resimlerde öpülen, ya “totem” olurlar etraflarında dönüldükçe başınızı döndüren.. Neyse ki bize de günde beş vakit eğilip kalkıp dua etmek nasip kısmet oldu..
Diyelim ve gelelim geçen haftaya:
***
BİR ZAMANLAR “KAHRAMANLIKTI!” Fakat şimdilerde “muzırlıkla fasaryadan” başka bir şey değildir!
Öğretmelerin sürgit “grevlerinden” söz ediyorum.. Ki vakti zamanında inada muratta bizim de aylarca sürdürüp götürdüğümüz grevlerimiz olduydu ama karşılığını “bugün öğretmenlerin sahip oldukları haklarını” çeke söke almamız” olarak gördüktü.
Ve önemli bir nokta daha: “Öğretmen öğretmendir” idealinin bütünsellikli ve hakçasına parasal ve özlük hakları da sağlanmıştı..
ŞİMDİLERDE ise bildiğimce “çalışma saatlerinin yeniden ayarlanması ve öğleden sonra ders verilmemesi gibilerinden bir istek var.. Ki eğer öyleyse isteseniz de olamaz çünkü öğleden sonra “spor çalışmalarından türlü çeşitli kurslara” kadar öğrencilerin asıl yararlandıkları hatta severek katıldıkları “kol faaliyetleri” vardır.. Atletizm çalışmalarından resim yahut tiyatro çalışmalarına.. Türlü çeşitli ders kurslarından ötesi öğrenci faaliyetlerine kadar… Kaldı ki:
***
YANİ okul “devlet dairesi değildir. Sabah sekiz öğlen iki paydos yok! “Öğrenim” kadar “eğitim” de bir süreçse öğrenci o sürecin içinde boğulurcasına yaşayacak ki kabiliyeti oranında gelişirken yetişsin..
VE biliyorum: Hemen her meslek için geçerli olması gereken “emeğin” de ötesindeki tüm “insanlık” değerleri kutsaldır ama günlük hayatın acımasızlığında bunun farkına varmak kolay olmuyor.. Ki öğretmenlik “meslekler üstü” bir kutsiyettir.. Bana bir kelime öğretenin kulu kölesi olurum diyen Hz. Ali’dir.. Öğreten ise öğretmendir..
***
Haaa! “Sen diyorsun ki ağam bunlar katakullidir!” “Asıl olması gereken insanın karnının doymasıdır…” “İnsan gibi yaşamasıdır..” “Kimsemiz ne peygamberiz ne tekkede zikre çekilmiş derviş!” Herkes gibi bizim de ailemiz, çocuklarımız, huzurlu hayat hakkımız vardır…” “Huzurlu olacağız ki huzur dağıtabilelim…” Diyorsanız yerden göğe kadar haklısınız..
TABİ ki bunlar benim düşüncelerim. Yığınla yanlışı da olabilir, hamaset kokulu laf’ı güzaf da!. Sonuçta “öğretmen, öğrenci, okul” üçgeni içinde mutlaka huzur sağlanmalıdır ki “eğitim öğretim” de faydalı olabilsin..
***
KISACA TAKILDIĞIM: 1974’den beridir aradan yarım asır geçti diyelim.. Hâlâ Kuzey’deki “Kıbrıs Türk Devletini” ne siyasi yönden tanıtabildik ne de “varsın tanınmasın biz kendi coğrafyamızda kendi varlığımızı sürdürür götürürüz” dediğimize uygunluğunca bir “devlet düzeni oluşturabildik..
Siyasi tanınma umuduyla da yarım asır geçirdik. Belki bu süre içinde Rum tarafının hayal ettiği (Enosis) gerçekleşmemişse de “ben nasılsa Kıbrıs Cumhuriyetinin tanınmış ve dünya siyasi platformlarında kabul gören tarafıyım” diyerek devleti” kilitledikten sonra, anahtarını da cebine atmıştır..
HER ne kadar Türkiye’nin uğraşları sonucunda Türkçe konuşan ülkeler topluluğuna geçici üye olarak kabul görsek de Kıbrıs sorununu bu “örgütün” meselesi yapamayız zaten yapamadığımızı da görüyoruz.. Kıbrıs çoktan “AB’nin dolayısıyla orta Doğudaki çıkarları dolayısıyla ABD’nin sorunu oldu..
ÜSTELİK kendi blokları ile ırklarının, dinleri ile siyasi ilişkilerinin birbirlerine kenetlenmiş ittifaklarıyla..
BİZE bu adada gösterecekleri en büyük lütuf Rum çoğunluğuna dayalı federal bir sisteme dönüştür. Bunu açık
açık da seslendiriyorlar! Öte yandan:
YUNANİSTAN’daki son seçimlerde yine Çipras’ın Yeni Demokrasi Partisi kazandı.. Yani ne yeni bir dış politika değişikliği beklenmemelidir. Dolayısıyla: Bilmiyorum ama yoksa artık bizim değişmemiz mi gerekiyor. Çünkü bugüne kadar sadece Rum-Yunan ikilisinin pişirip kotardığı siyasetlerin peşinde “etkilere tepki” göstermekten öte bir politika oluşturamadık.
Sn.Tatar’ın “egemen devlet” söylemlerinden öte gidemedik! Sırtımızı Türkiye’nin devasa gücüne dayadık ama o gücü Kıbrıs sorunu için “aktif politika” haline getiremedik.. Ve şimdi de onca seçimlere karşın yine değişmeyen bir kaderde “öyle geldik böyle gideceğiz.” Doğrusu Türk milletinin bu kadar sabırlı ve tahammülü olduğunu bilmiyorduk. Yeni yeni öğreniyoruz..
