Artık görmek mümkün değildir. Fakat 1940’lar ve sonrasında her halde “2. dünya savaşının” da olumsuz etkilerinden dolayı olmalı, adada büyük bir yoksulluk vardı. Bu nedenle insanların yamalı pantolonlar giymeleri, kadınların üzerlerinden sarkarak ayak bileklerine kadar dökülen iyicene yıpranıp eskimiş basmalardan giymeleri çok olağandı.. Potinlerin tabanları delik, kadınların “çarık” dedikleri papuçları yırtık pırtıktı.. Ve o fukaralığı giderecek iş de yoktu dolayısıyla para da!

   Dünya üst üste iki büyük savaş geçirmişliğinin yarattığı felaketleri yaşıyordu. Ve daha o yıllarda Kıbrıs’taki Türk ahali işsizlik nedeniyle son çareyi sandallarla, küçük gemilerle Türkiye’ye kaçmakta buluyordu.            

   OYSA Türkiye’de durum çok daha kötüydü. Buna karışlık kendi ırkdaşı, yurttaşı, soydaşı olan Kıbrıs’a göç etmiş insanlara elinden geldiğince yardımda bulunuyordu.. Türkiye’nin Güney kentlerine Mersin’e Adana Antalya’ya göç eden Kıbrıs’lı soydaşlarına “ekip biçmeleri” için hali araziler dağıtıyordu..

   Kısaca TC’nin Güneyinde bir de Kıbrıslı Türkler kolonisi oluştuydu.. Kan birliği, kader birliğine dönüşmüştü..

    YANİ diyorum TC ile Kıbrıs ilişkileri Osmanlı’dan başlayan süreci ile tutun ki zamana zemine göre değişikliklere uğrayarak bugünlere kadar geliverdi..

   ANCAK: “Anavatan-Yavruvatan ve ayni ırkın insanları olmamıza karşın Kıbrıs’ta ne Rumlar kadar köklenip çoğalabildik ne de gelişip serpilme fırsatı bulduk!  

   BUNUN bir nedeni de adanın İngiliz sömürgesi olduktan sonra yarı Protestan yarı Katolik olan İngiltere kilisesinin  Hz. İsa’nın yüzü suyu hürmetine Ortodoks Rumlara daha çok  yanaşmış olmaları onları kayırmalarıdır!..                                                        

                                                                                              ***   

   EYSE Kıbrıs’ın “tarihi sürecini”  tarihçilere bırakalım ve sadede gelelim…

   Ki orada orada  şu da vardır: “Eğer bugün de bu adada çözüm olamıyorsa, sürekli Türk-Rum sürtüşmeleri devam ediyorsa, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan üç yıl sonra darmadağın olurken Türk Rum çatışmaları başlamışsa ve hâlâ devam ediyorsa “suçlu ayağa kalk” dediğimiz yerde “İngiltere” de vardır!

   DENECEK ki “Eee! Varsa vardır ne olmuş yani?” Olan şudur:  1963’lerden beridir adanın garantörlerinden biri olmasına ve   Türklerle Rumlar türlü çeşitli fasaryalı kanlı badirelerden geçmesine karşın  “adanın üç garantör ülkesinden biri olan İngiltere” parmağını bile oynatmamıştır!

   Sanırsız adanın “şeref misafiridir!” Ancak olay sadece bununla kalmıyor. Kıbrıs ayni zamanda İngiltere’nin “Commonwealth” Yani “İngiliz Milletler Topluluğunun” bir üyesidir de..   Buna karşın İngiltere’nin Kıbrıs’a yönelik tutumu “bana ne” ötesini tırnak kadar geçmedi geçmiyor da!

                                                                                              ***

   İMDİLERDE AKLIMA gelen şudur ama: Eğer Kıbrıs’ta olası bir radikal çözüm söz konusu olursa İngiltere’nin ada ile ilgili siyasi konumu ne olacaktır? 

   Örneğin ada Türk ve Rum toplumları arasında bir çözüme gider ve eski anlaşmalar kadük duruma gelirse İngiltere’nin adadaki siyasi konumu ne olacaktır?

   OLAYIN asıl esprisi ise şudur: Kıbrıs nasıl bir adaymış ki aradan yıllar geçmesine karşın sadece siyasi çözümsüzlüğü taşımakla değil, gelecekte siyasi konumunun ne olacağı da bilinmiyor!  Buna karşın yıllardır da dövün dövün dövünüyor. Ki hâlâ “dur bakalım ne olacak” sorusuna verilemeyen cevabı ile!    

***

   YUKARIDA yazdıklarımı neden hatırladım? Sn. Tatar (altını özellikle çizerek) “adadaki iki egemen devletin tarım, su kaynakları, turizm,  enerji gibi alanlarda işbirliği yapabileceği” çağrısında bulundu..

   HEPSİ de  kendi içinde adanın hayat damarlarından birini teşkil eden su, turizm, enerji, tarım gibi doğal kaynakların kurak çorak Kıbrıs gibi bir adada nasıl çok çok önemli olduğu yadsınamaz gerçektir..  

   BUNLARA karşın şu gerçek de vardır: Mesela Güney’de su vardır ama Mesarya,  Güzelyurt  gibi ovaları yoktur..

   Mesela Güneyde de turizm vardır ama Kuzey’deki gibi ne  Salamis harabeleri vardır ne Mağusa hisarları! Üstelik sahilleri de balçık gibidir! Vesaire…

***

   ORTADA salınan bu “Kuzey-Güney” gerçeklerine karşın yine de şu ortak görüş birlikteliğinde buluşmak mümkündür:  

   “Şöyle ki sende olmayandan ben, bende olmayandan sen yararlanırız…” Kısaca iş ve güç birliği ile Kuzeyin doğal ve yapay değerlerini zenginliklerini paylaşmak..

   BUNUN için düşmanlıktan arınmış “barışa” ihtiyacımız olduğunu söylemeye gerek var mıdır? Öyleyse söyleyelim:

   Yapılacak fedakârlık 1974’den bu yanadır artık kesin sınırları ile durmuş oturmuş yapısallıklarına kavuşmuş “Kuzey ve Güney” bölgelerini bugünkü siyasi sınırlarını koruyarak yarına “iki toplum arasında iş ve güç birliğinde” bütünleştirmektir.

   BU nedenle Sn. Tatar’ın Rumlara yönelik çağrısını önemsiyorum. Tarım, enerji, su kaynakları hele turizm alanında iki toplum arasında pekala da iş ve güç birliğine varılabilir.. Zaten “alışverişlerde bazı taşınmaz mülklerde turizmde falan olagelmektedir..

***

   İŞTE O ZAMAN federasyondan söz edilebilir. Şöyle ki “hadi gelin federasyon oluşturalım” demek yerine, iki toplum arasında gelişecek ilişkiler sonucunda oluşacak federasyon.. 

   Birincisi “dayatma” ikincisi “denenmiş, iki toplum arasında olgunlaştırılıp kabul görmüş bir federasyon.. Doğrusu buna ne Rum’u ne de Türk’ü hayır demez..