Cemaat esamesinde bir toplum olmamıza, hantal ve merkeziyetçi yönetimlerle yönetilmemize karşın kıpır kıpır ve canlıyız… Hatta haddimizi de aşarak kendimizi dünyanın odağı zannedecek kadar.
   Hiç mahzuru yoktur… İnsanın kendine inancıyla güveni, varoluş cehdini de ateşleyen motorudur!
   Her ne kadar 1974’lerde elimize geçirdiğimiz serveti kurşunsuz kalma pahasına makineli tüfek gibi boşaltıp sonunda Türkiye’ye muhtaç bir dide durumuna düşmüş olsak da!
   Nitekim hâlâ hıyarla domatesi, patatesle soğanı bile yeterince üretmeyi başaramadığımız, dünyanın en pahalı etini sütünü ve ürünlerini satın almak zorunda kaldığımız, zaman zaman pahalılık rekorları kırdığımız, bir tarafı denize, öbür tarafı gözlerimize şenlik Güney’e çevrili yarımadamızdaki lafazanlıklarımızı bir başka ülkede görmek her halde mümkün değildir!
   ŞÖYLE Kİ nüfusumuzun hâlâ beş yüz binlere bile ulaşamadığı topumda bazı iddialara göre iki binin üzerinde sivil toplum örgütü vardır…

   BUNA karşın ama yıllardır Kıbrıs Türk halkını doğru dürüst yönetecek, elinden tutup ayağa kaldıracak, ülkeyi bayındır ve turistik bir yöre haline getirecek ne doğru dürüst bir yönetim erki sahibi olabildik… Ne de rejim bunalımlarından kurtulabildik!

   “SAKIN “hadi canım sen de! Çok abartıyorsun, yalan söylüyorsun” demeyin. Dünyada iki yıl dolmadan yeniden erken erken seçime giden, en kabadayısından yönetimlerin beş altı aydan fazla iktidarda kalmaya anca dayanabildikleri bizimkisi gibilerinden başka toplum (ki kendimize Devlet diyoruz) var mıdır?
   ÖYLE olunca elbette sendikacılığı da anasının kuzusu olacaktı zaten öyledir!           

***

   ŞU UZAYIP giden tren yolları gibi sendikal grevlerden söz ediyorum. Ki Köroğlu “silah icat oldu mertlik bozuldu” diyordu… “Sendikal haklar” da artık öylesi silahlar olarak kullanılıyor! Onların bir kısmı rahmetlik Orhan Zihni Bilgehan döneminde kazanılmıştı… Öğretmen ne istediyse fazlası ile verdiydi… Tek gözettiği kendine “ne iyi bakan” dedirtmekti… Konuştuğum, çok yakından tanıdığım, uzayıp giden sohbetlerde buluştuğum üstelik aileden akraba bir dostum olduğu için biliyorum… Fakat rahmetli hukukun duayeniydi…

   HER NEYSE! Bu ülkeye ciddi anlamda sendikacılığı getiren, emekçinin hakkı hukuku yapan KTÖS ile rahmetli Necati Taşkın’ın “Türk İş’i oldu. Sayelerinde öğretmenler camiası ile memurlar çalışma hak ve hukukuna kavuşmakla kalmadılar. İngiliz döneminden kalma müstemleke yönetimleri ahkâmlarında “kalk arab otur arab” esamesine düşürülmekten de kurtuldular…  

   Tutun ki “Kıbrıs Türk Federal” yada “kendimize Otonom Türk devleti” dediğimiz Barış Harekâtı sonrasında başlayan bu hareketlenmeler bugünlere kadar yığınla sendikal eylem ve yeni yeni kazanılan haklarla geldi bu günlere… Hem de “halkın desteği ile!”

***

   İŞTE BUGÜN öğretmen sendikalarının sürdürüp götürdüğü “grevlerinde eksik olan da bu halk desteğidir! Dolayısıyla olmadı, tutmadı! Çünkü “hak aranırken ötesi müktesep haklar çiğnenmez!” Hatta çiğnenmesin diye özellikle dikkat edilir. Oysa öğretmenlerin hâlâ sürüp giden bu son grevinde “öğrencinin eğitim ve öğrenim hakkı” çiğnendi.
   “ÜSTEL hükümetini eğer velilerle karşı karşıya getirmezsek sendikal hareketimiz başarıya ulaşamayacaktır” taktiğine dayandırılmaya çalışılan son grevler, aksine öğretmen camiasını töhmet altına soktu!

   Ki yeri gelmişken hatırlatayım.

   SON DURUMA BAKALIM: Ünal Üstel koalisyon hükümeti ülkede üst üste gelen krizlerin iyice can sıktığı, öyle devam ederse utana sıkıla bir erken seçime daha gitmekten başka kalmayan çareler dayatmasında geldiydi.                  Sn. Üstel yapılabilecek en akıllı işi gerçekleştirilerek sol yanına Sn. büyükelçi Bülent Feyzioğlu’nu sol yanına da koordinatörümüz Fuat Oktay beyi alarak “makamı güvenceye bağladıktan sonra icraatlara geçecekti ki şimdilerde de ayağı Öğretmenler Sendikalarının grevlerine takıldı…

   Ki daha makamını ısıtmadıydı. Oysa bizim sendikalar Üstel hükümetine, “ne yapalım grevlerden baş kaldıramadık ki planladığımız icraatlarımızı gerçekleştirelim” gibilerinden kendini savunacak bir nedeni hediye etti bile!
   BU toplum fedakâr ve cefakârdır ama: İstikrar da bekler, sağduyulu akıl izan da!

***

   KISACA TAKILDIĞIM: Geçen günkü yazımda da yorumlamaya çalıştım. Rum-Yunan ikilisi Kıbrıs’ı hâlâ kendi tapulu malı olarak görüyor, Kuzey’deki Türk halkının varlığını da “lütfen” kabul ediyor ama bu konularda bile şartları var!
   Oysa 1974 oldu bitti! İki toplum Kıbrıs’taki tarihleri boyunca asla sağlayamayacakları barışçı ve güvenli olan “iki ayrı bölgede” toplandı… Nitekim yarım asırdır da bu iki bölge arasında ne bir fasarya çıktı ne dalaşma!

   Aksine o raddeye gelindi ki “iki toplum arasındaki iş birliklerinin yoğunluklarından” şikâyet edilecek kadar…                Kıbrıs’ta Türk ve Rum halkları arasında hiç bu kadar yalın, güvenli bir barış ortamı yaratılmamış görülmemişti. Yaşayanların da gördüğünce, yaşadığım için biliyorum ve soruyorum.
   BUNA karşın bir gün, iki bölgenin halkı yeniden savaşa varacak bir dalaşa tutuşsalar ne olurdu? En iyimser tahminlerle sınırlar temelli kapanır, Kuzey’de ve Güney’de mevzilenmiş Türk Rum güçleri sabahtan akşama, akşamdan sabaha birbirlerine kurşun bomba yağdırır, birbirlerini öldürür, yeniden köyler kentler yakılır yıkılır ve Türkiye ile Yunanistan yeni bir savaş için gardlarını alırlarken bu adada kıyamet kopardı!

***

   ÖYLESİ mi güzel olurdu yoksa bugünkü barışçı ortamların Kıbrıs’ı mı daha güzel olurdu? “Bugünkü” deniyorsa soralım: Eee nedir o Girne’deki Yunan bayrağı üzerinde sürdürülen Kuzey’e yönelik polemiklerle düşmanlık gösterileri? Ne yapacaksınız? Girne’ye gelip kalesine Yunan bayrağı mı çekeceksiniz?

   BİZDE bir laf vardır yazayım: “Size rahatlık battı gene kaşınıyor, gene deli oldunuz!”