Yarım milyonu bile bulmayan nüfusumuzla yarattığımız dalgaların arasında kaybolup hatta boğulurken, bir avuç toprak parçasında neyin oyununu oynamakta olduğumuzu anlayamıyorum. Ki “oyun” demem bile ya...

Yarım milyonu bile bulmayan nüfusumuzla yarattığımız dalgaların arasında kaybolup hatta boğulurken, bir avuç toprak parçasında neyin oyununu oynamakta olduğumuzu anlayamıyorum. Ki “oyun” demem bile yakışıksız olmalıdır çünkü “devletlerin” kaderi ve sorunları ile oyun oynanmaz! BİZ oynuyoruz ama!  Tutun ki elimize ve emrimize tahsis edilmiş, işte bu “devlettir” dedikleri, adını da yine bizim koyduğumuz KKTC ile oynuyoruz! Ki geçen haftaya dönüp bakmaktan korkacak kadar! NE VARDI o geçen haftada? Ayaklara düşürüldüğü için “sürünen” daha doğrusu “süründürülen” bir sendikal olay.. Kİ rahmetlik Necati Taşkın her halde yattığı yerden fırlayıp “yapmayın beyler böyle de olmaz” diyerek memleket sendikacılığını katledenlerin boğazına yapışacaktı! Çünkü yaratılan fırtınalarda “çözüm ve çareler” diye arayışlara sokulan tüm uzlaşma argümanları yine “sendikacılık” uğruna tepelendiydi.. BU vesile ile Necati Taşkın’ı rahmetli anıyorum.. Ve ibretlik olur umudunda bir hatıramızı aktarıyorum.                                                                                                                                                                                                                                                                           *** YILINI unuttum.. Ne var ki Türk-Sen’in dolayısıyla Necati Taşkın’ın sadece ülke sendikacılığı değil, sendikaların ülkelerin kaderinde nasıl yer almaları gerektiğinin derslerinin verildiği, tatbikatlarının bizzat “sendikal eylem ve hareketlenmelerle” gerçekleştirildiği bir dönemdi.. Tutun ki Barış Harekâtından hemen sonraları olmalı.. BİR gün rahmetlik Taşkın Lefkoşa’dan telefon etti. Bu akşam Mağusa’ya geliyorum. Mücahitler gazinosunda buluşalım dedi.. VE buluştuk. Keyfi yoktu.. Bir süre önce UBP’den aday olmuştu.. Pişmandı.. Bir sendikacının hele Taşkın gibi ülke sendikacılığının başını çekerken kendini siyasetin labirentlerinde harcama pahasına bulmasını yadırgıyordu!  Özeleştirisini bizzat yapıyor ve “hayatımın en büyük yanlışıydı” diyordu.. ÇÜNKÜ işçinin, emekçinin haklarını savunur, mücadelesini sürdürürken kendini siyasi partiler kulislerinin alavereli dalevereli ve her zaman netameli “politika” ortamlarının içine gömülmüş, soluk alamaz duruma gelmişlikte görüyordu.. HER şeyden önce ilke yoktu.. Vatana millete hizmet yollarını açmak için sarf etmesi gereken efor “politikaydı!” Ve onun da ne kuralı vardı ne ilkesi! İnsanlar “politik” ve toplumsallığı çakan kariyerleriyle değil, “adları ve mesleki” kariyerleri nedeniyle aday oluyorlar dayandıkları güçleri de “çıkar çevreleri oluyordu!” *** YA GEÇMİŞTE nasıldı adaylık? Yıllar yılı toplum katlarında kan tere batmadan, sosyal faaliyetler lobilerinde çalışmadan, dökmeden, hatta “lider” sıfatını kazanmadan yağma yoktu! Zaten o harcıalem adaylık furyası başladığında “idealler” gitmiş yerlerine “adına “toplumsal” demelerine karşın “kişisel çıkarların” gözetildiği bir yeni siyaset   platformu oluşmuştu.. NEYSE! Çok dürtmeden noktayı koyayım: Elektrik ve kıesintileri bir ulusal dava değildi! Bir “zümresel olaydı!” Ve sonunda mutabakata varılmış olsa da kimse kazanmadı! Mesela memleketin elektriği, santralları, KIB-Tek, borcu harcı… Bir hafta, bir ay, bir yıl, on, yirmi yıldır gene vardı.. Şimdi de vardır!                                                                                                                                                                                                                            *** VE KISACA: (RUM TARAFININ BİTİ GENE KANLANDI!) Ne zaman kiliseye girip çıksalar ardından kakafoni olması gereken türlü çeşitli sesler işitilir Güney’den.. “Kıbrıs adası bizimdir Türkler defolup gitsinler” gibilerinden rezilane çağrılardan tutun da önlerine gelen ülke ile askeri anlaşmalar yapmaya varıncaya kadar her türlü siyasi argümanı kullanıyorlar! OYSA Kıbrıs’ta Türk ve Rum halkları arasında, belki tarihlerinde görülmemiş yoğunlukta müthiş bir “ticari ilişkiler” süreci başlamış ki (altını çiziyorum) ilk defa adada her iki toplumun da ortak kanaatlerinde kabul gördüğü ifadesiyle ne böyle işbirliği yaşandıydı geçmişte ne de kırıntıları görüldüydü! Tutun ki sınır anlaşmaları yapmış iki ülkenin “ekonomik ilişkileri!” Ki hem onlar memnun Türk müşterilerinden hem Türkler memnun Rum müşterilerinden.. ŞÖYLE ki bir örgütlenmenin sonucunda siyasi sorunu çözme babında Türk ve Rum “müşterilerden” oluşacak “heyetler” gelse bir araya, vallahi Kıbrıs sorununu da çözerler… BU REALİTEYE karşın başta papazlar ve Rum siyasetini Türk düşmanlığı üzerine inşa eden Rum liderleri tam zıt kutuplarda ve Türk düşmanlığı ile yoğurdukları politikalarıyla hâlâ etrafı darma duman ediyorlar! ÇÜNKÜ hayatiyetlerini nemalandıkları siyasi sorunla sürdürüyorlar. Papazlar saltanatı da öyle gelişiyor siyasi partileri de! Bir gün akılların başlara düşeceğini umut edelim…