Bir süre öncesi bir yazımda “aman dikkat” dedikten sonra ekledimdi: “Biz bu davayı kaybedebiliriz!”
Sözünü ettiğim Kıbrıs siyasal sorunuydu… Ki uzun bir süredir de Sn. Tatar’ın sorunu haline dönüşt...
Bir süre öncesi bir yazımda “aman dikkat” dedikten sonra ekledimdi: “Biz bu davayı kaybedebiliriz!”
Sözünü ettiğim Kıbrıs siyasal sorunuydu… Ki uzun bir süredir de Sn. Tatar’ın sorunu haline dönüştü!. Ve tabi ki Yunanistan’la sürgit dalaşmalar nedeniyle Ankara’nın sorunu!
Tabi artık bizden biri haline gelen koordinatörümüz Sn. Fuat Oktay’ı da atlamamak gerekir… Ötesi yok ama! Şöyle ki artık “sorun” meclis çatısı altında bile ses soluk vermiyor!
NE var ki bugün, çoktandır rölantiye aldığımız Kıbrıs siyasi sorununu laf ola beri gele hatırlamadım! Şöyle ki daha kısa süre önce Rum tarafında Anastasiadis giderken yerine daha bir “şahini” olan Hristodulidis geldi! Gerçekte kim gelirse gelsin hepsinin fikri ile zikrinde Kıbrıs’ın tümden “Rum egemenlik alanı içinde olması” görüşü hakimdir!
Haaa! “Türk halkı ne olacak” sorusunu ise ya “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dönüş” alternatifinin kapsamına alıyorlar ya da “gelin bir yeni federal sistem oluşturalım” önerisini getiriyorlar! Ve tabi şimdilik Türk tarafından sadece Sn. Tatar’ın, “egemen Kıbrıs Türk halkının Kuzey’deki devlet oluşunu kabul edin, çözümü bunun üzerine inşa edelim” cevabını alıyorlar!
***
YAZIMA Başlarken yukarıda yazdıklarımı değil… Son zamanlarda başını KIB-TEK ve ötesi “kurumların” sorunlarından kaldıramayan, bu nedenle dünyayı görecek hali de kalmayan Ünal Üstel hükümetinin artık “yönetim erkini” kaybettiğini ve istifa etmesinin zamanının geldiğini yazacaktım…
“Yazacaktım” ama geçenlerde bir vesileyle bir lise öğrencimizle konuşurken “dersler falan nasıl” dedikten sonra damdan düşer gibi sordumdu: “Kıbrıs siyasi sorunuyla ilgili ne düşünüyorsun?”
“BU adam konuşacağını mı şaşırdı mı ne” şaşkınlığında bir süre sustuktan sonra verdiği cevap şu olduydu: “Ne bileyim!”
Sonra bazı sorular daha yönelttim genç delikanlımıza ama iyice sıkılmış “bana ne” dercesine yanımdan ayrılmıştı…
BİR ANDA kendimi 1954’ler sonrası Mağusa Namık Lisesinin bir öğrencisi olarak “ya taksim ya ölüm” naraları atarken hatırladım… Rahmetlik Dr. Fazıl Küçük’ü arkadaşım Eşber’le o büyük kalabalığın arasından çekip alarak omuzlarımıza vurduğumuzu, Mağusa kapısı köprüsünden geçerek surlar içinde “ya taksim ya ölüm” diye büyük kalabalıklar halinde yürüdüğümüzü hatırladım…
YANİ Kıbrıs Türk halkı olarak o yıllarda genç yaşlı, kadın erkek ulusal davamızın birer ferdiydik…
***
LİSE ÖĞRENCİSİ genç delikanlıyı bir süre bu düşüncelerle değerlendirmeye çalıştım… Fakat kuşaklar arası farklılıklar elbette kaçınılmazdı. Kaldı ki artık “devlettik.” Bu nedenle bizim için “seçilmişler, düşünenler, icraatın başında olan yöneticilerimizle yönetimlerimiz” vardır…
Kaderimizi de hayatiyetimizle seçme seçilme haklarımızda kendilerine teslim ettiğimiz “siyasi irade sahibi politikacılardır” onlar… Ve bizatihi Kıbrıs siyasi sorununun da sorumlu yetkilileridirler!
ÖYLE Mİ? Hayır! Kırk yıldır bir Kıb-Tek sorununu bile çözemeyen bir “devlet” olayı ile karşı karşıyayız.
Ki bu “devletimizin” asli görevi olması gereken bütün “devletsel faaliyetleri” teklemekle kalmıyor… “Tanınmamışlığının” siyasi ve ekonomik açmazlarında da bizim malül ve mağdur Ahmet efendi gibi yatalak vizeleyip duruyor!
NETİCEDE uğruna ve idamesine “hükümetler” dayanmıyor!. Siyasi partiler her yıl zırt pırt yeni bir seçime giderek “devletin” sahibi olmak için birbirleriyle yarışırlarken üstelik seçmenin gözlerinin içine bakarak “bu bir hizmet yarışıdır” yalanıyla yutturmacasında da Kıbrıs Türk halkı ile de dalga geçiyorlar!
HADE bir daha tekrarlayalım: “Devlet olduk ama olamadık!”
***
KISACA TAKILDIĞIM: Ve ülkede bir başka maskaralık da TC ile KKTC arasındaki türlü çeşitli anlaşmalara sarılmış sosyoekonomik ilişkiler silsilesinde sürüp giden protokollerdir…
“Maskaralık” dediğim de kör gözümüze ve gözlere soktuğumuz parmaklarımızdır! Çünkü sonuç itibarı ile Ankara’ya hâlâ taahhüt ettiklerimizin bile karşılıklarını ödemediğimiz gerçeklerde, her türlü maddi manevi yardımlarını yapamaya devam ederken…
Dün de yine medyada bir “yenisinin” haberi çıktıydı manşete: Şöyle ki koordinatörümüz Sn. Fuat Oktay’ın bir kez daha “KKTC-TC ile olagelen sosyoekonomik ilişkilerine yönelik açıklamaları… Manşetlere taşınmışlıklarından öğreniyorduk ki bundan sonra TC-KKTC ilişkileri çift yönlü olacak!
Nasıl olacak anlamadım ama mesela şimdilerde TC’den kablo ile KKTC’ye elektrik akımı sağlanması gibi büyük projeler söz konusu olduğunda ne olacak?
ÇÜNKÜ elektrik akımı TC’den akan su gibi değil ki! Biri Allah’ın nehirlerinde ırmaklarında akan suyu, insanlara bahşettiği bereketi himmeti…
AMA elektrik öyle mi? Çarklarını döndürmek için gerekli olan parası ile akaryakıtı, santralı ile ötesi türlü çeşitli aygıtlarıyla önüne ne gelirse paralarını yutan bir dev!
ÖYLESİ bir santral devreye girdi mi tellerine sinek konsa parasal faturasının beş kuruşunun bile kullanıcıları tarafından ödenmesi gerekecek… Yani ne? “Beleşçilik” sonra erecek! Hazır mıyız? Ki KKTC’de hâlâ “beleş sayılacak elektrik akımının saltanatı sürdürülüyor!..” Gelecek hafta buluşmak üzere.